18 Ekim, 2019

Komşu

Yine başladı sesler. Bağrışmalar. Üst kattan geliyor. Hep bu saatlerde. Akşam yemeğinden sonra. Hiç aksamadan. Yaz başından beri böyle. Daha önce hiç sesleri çıkmazdı. Şimdi ne oldu, neyi halledemiyorlar bilmiyorum. Birbirleriyle alıp veremedikleri, paylaşamadıkları nedir? Sonu gelmeyen? Her akşam konusu açılıp sonra kavgayla sonuçlanan ne? Aralarında çözemedikleri ne var ki her seferinde böyle avaz avaz tartışıyorlar?

İki kişiler. Bir kadın bir erkek. Yaşları ellinin üstünde. Hatta altmışlarına yakın. Yani bence. Yaş konusunda iyi tahmin yürütemem, ama üniversiteyi bitirmiş oğulları olduğuna göre daha genç olamazlar. Erken yaşta evlendiklerini sanmam. Birlikte büyüyen çiftlerin karşılıklı hoşgörüsü yok aralarında. Bağrışmalarına bakılırsa. Bir de gözlerindeki pırıltı azalmış, yüzlerindeki çizgiler çok derin.

İlk olarak hafiften müzik sesi geliyor. Bir piyanodan veya kemandan çıkan romantik, yumuşak notalar. Her seferinde kanıyorum. Nihayet barış ilan edildi diyorum. Onlar için seviniyorum. Ama sonra yanıldığımı anlıyorum. Fazla sürmüyor müziğin sesi. Susuyor. Ardından telaşlı adımların, topuklu terliklerin tıkırtısı, hışımla çekilen sandalyelerin gıcırtısı... Ve başlıyor konuşmalar. Önce mırıltılar halinde. Teker teker. Sonra yüksek perdeden ve çoğu zaman aynı anda.

Sesler yüksek de olsa boğuk geliyor. Kelimeler seçilmiyor. Ne konuştuklarını anlamıyorum. Aralarındaki meselelerin birer birer üzerinden geçiyorlarmış gibi geliyor bana. Sanki her akşam yeni bir konu gündeme alınıyor, her iki taraf fikrini söylüyor ve her seferinde farklı görüşler öne sürüldüğü için tartışma başlıyor. Ya da belki hep aynı konu üzerinde dönüp dolaşıyorlar. O bir tek konuyu temcit pilavı gibi ortaya getiriyorlar. Olmayacak olanı oldurmaya, inatla birbirlerine kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bir ümitle, belki bu akşam benim sözüme gelir, bu sefer düşüncelerimi kabul eder, diyorlar. Bilmiyorum. Anlayamıyorum.

Bu sabah asansörde karşılaştık. Kibarca birbirimizi selamladık. Havadan, yağmurdan, bu sene kışın erken gelmesinden söz ettik. Kapıcının tembelliğinden, bahçedeki kedinin –yine- doğurmasından şikayet ettik. Benim kata gelince tutamadım kendimi. Akşamları sesimiz çok geliyor mu, deyiverdim. Kusura bakmayın, çocuk işte, tutamıyoruz, dedim. Bir an, kısacık bir an bulutlandı gözleri, durdular. Hiç önemli değil, biz de çocuk büyüttük, dedi kadın, alçak sesle. Adam başını eğdi, sonra yavaşça kadına döndü, zoraki gülümsedi. Tamam, dedim, anladılar ve utandılar. Artık sakinleşirler, bundan sonra tartışmazlar.

Ama olmadı. Oyunum tutmadı. İşte yine başladılar.

29 Eylül, 2019

Fırça


“Fırça kırılmış odanızda. Tuvalet fırçası. Onun parasını da ekliyorum,” dedi resepsiyondaki kadın. Siyah, kalın gözlükleriyle iyice sert duran yüzünü çevirip bakmadı bile bankonun önündeki kadına. İri yapılı, ince dudaklı, kısa saçlıydı. Önüne dizdiği ufak kağıtlarda yazan rakamları kalın ve küt parmaklarıyla sıkıca kavradığı kalemle başka bir kağıda dikkatlice yazıyor, bir yandan da hesap makinesinde topluyordu. Bu ana kadar sessiz ve sabırla sert bakışlı kadının rakamları ince ince yazmasını ve tek tek toplamasını bekleyen ufak tefek sarışın kadın, en şaşkın sesiyle, “tuvalet fırçasının parasını mı alacaksınız benden?” diye sordu. “Evet,” dedi siyah gözlüklü sert bakışlı kadın, “odayı temizlerken kat görevlisi fark edip not etmiş. Kırmışsınız,” dedi. Ufak tefek sarışın kadın, duyduğunu teyit edercesine, “kat görevlisi not etmiş, kırmışız,” dedi. Siyah gözlüklü sert bakışlı kadın, o böyle tekrar edince başını bir an için kaldırdı, sonra rakamları alt alta yazmaya devam etti. “Bir hafta boyunca epey çay, kahve içmişsiniz. Atladığım olmasın diye adisyonları bir kez daha kontrol edeceğim. Başka bir işiniz varsa bu arada onu halledin, ayakta dikilmeyin,” dedi, hiç de alçak olmayan bir tonda. Sarışın ufak tefek kadın ne söyleneni ne tonunu fark etti; kafasında hâlâ biraz önceki cümleler dolaşıyordu. Ama bu plastik bir fırça, kırılabilir, herkesin başına gelir, diye kendi kendine söyleniyordu. Geçen gün de gruplarındaki bir arkadaşlarından, odasında kırılan sehpanın parasını istemişlerdi. Zavallıcık, gece okuduğu kitabı üstüne koymasıyla paldır küldür kırılan sehpa için iki gün açıklama yapmış, dil dökmüştü. Ona yapılan muameleye şaşırıp üzülürken şimdi kendi başlarına gelene inanamıyordu. Hayatımda duymadım böyle bir şey. Müşteriden fırça parası mı istenirmiş? Hem, bilerek kırmadık ya fırçayı. Olacağı varmış bize denk geldi, diye kendine bir kez daha açıkladı durumu. Yardım istercesine kocasına bakındı. Tıknaz, esmer adam yarım saat kadar önce kapıya bavulları çıkarmış, karısının hesabı kapatmasını bekliyordu. Onu çağırsa bile durum değişmeyecek, artık huyunu öğrendikleri bu kadın isteğinden vazgeçmeyecekti. “Ne kadar?” diye titreyen sesle sordu. “Ne, ne kadar?” dedi siyah gözlüklü sert bakışlı kadın. Yine başını kaldırmadı. “Tuvalet fırçası,” dedi ufak tefek sarışın kadın. “Pazarda sordurduk, yetmiş lira dediler. Adisyona da öyle yazdım, fazlası değil,” dedi sert bakışlı kadın. Pazarda bile sordurmuşlar, diye düşündü sarışın, ufak tefek kadın. Tuvalet fırçası yetmiş lira mı olur canım? Elli dese neyse.

15 Eylül, 2019

Ekmek

Terlikleri ayağına geçirdi, üstüne başına bakmadan sokağa fırladı. Evde ekmek kalmamış. Babası kahvaltının başına oturur oturmaz, o en paslı sesiyle, “hani bu sofranın ekmeği,” deyince, dünya başına yıkıldı sanki. Nasıl oldu da unuttu bu sabah. Hep telaştan, gecikme korkusundan. Bugün önemli bir işi mi varmış neymiş, geceden söylemişti erken çıkacağını. Bu yüzden saati de her zamankinden önceye kurmuş, babası ayaklanmadan sofra hazır olsun istemişti. Daha o tıraş olmadan masa hazırdı. Ama eksikti işte. Ekmeği unutmuştu. “Taze taze ye istedim, hemen alır gelirim, sen çayını içmeye başla babacığım,” dedi kısık sesiyle. Adam tabii inanmadı. Babasının, uykusunu alamamış kızgın gözlerini görmemek için başını öte tarafa çevirdi ama homurtularını duydu. İki adımda mutfağa gidip ocağın üstünde kaynamakta olan çayın deminden doldurdu bardağa, içine de iki şeker attı, karıştırıp hâlâ söylenen babasının önüne yavaşça bıraktı. Paltoluğun üstündeki çanağa dün dolmuşçunun verdiği bozuklukları koymuştu, cüzdanını aramakla vakit kaybetmeyeceğine sevindi. Babası aksini söylese de bazen kafası çalışıyordu işte. Daha fazla sinirlendirmemek için adamı, paraları şıkırdatmadan avuçladı, kapıyı tık diye kapattı, üçüncü kattan rüzgar gibi indi aşağıya; beş numaraya gazete bırakan kapıcının karısı Şükran “günaydın,” dedi de, duymadan geçti yanından. Kafası babasıyla meşguldü. İlk bardağı bitirmek üzeredir şimdi. Ağız değil teneke maşallah. Biraz soğumasını beklese ekmek de yetişecek. Apartmanın ağır kapısını iki eliyle itti, merdivenleri ikişer atladı, bahçe kapısından çıkıp sola döndü koşturarak. Güneş şimdiden yükselmişti tepeye, gözünü kamaştırdı. Allah vere de bakkal Hüsrev bu saatte açmış olsa, kapıdaki dolaptan kaparım iki ekmek, para bozuk nasıl olsa, beklemem de üstünü, koşar yetiştiririm babama, diye hesap yaptı. Babasını daha çok bekletmeye de öfkelendirmeye de niyeti yoktu. Yoksa adam küçücük gövdesine tezat; azar, taşar, köpürürdü. Geçenlerde zili duymayınca kapıda dikildi, ikinci kez çalmak zorunda kaldı diye bütün apartmanı inletmemiş miydi? Yine yapardı. Kimseden çekinmezdi. Bakkalda yoksa iki sokak ötedeki fırına giderim, bu Hüsrev’de de her zaman her aradığım bulunmuyor, ne biçim bakkal bu canım, ama ekmek de vardır, o kadar da değil, yoksa on dakika daha kaybederim, diye geçirdi kafasından; hiçbir şeyden haberi olmayan Hüsrev’e hafiften sinirlenerek. Aklının bir köşesinde her zaman ikinci planı vardı; sürprizlere, aksiliklere hazırlıklı olmalıydı. Zaman akıyordu, o tutmalıydı. Köşeyi döndü. İşte Hüsrev kapıda oturuyordu. Nefes nefese yaklaştı. “Bana şurdan iki ekmek,” dedi.


12 Ağustos, 2019

Gittikten sonra


Can Yücel'e saygıyla...

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım. Yalnızlığı sevmem, bilirsin. O kadar yalnız kalmışlığıma rağmen. Üstelik korkarım yalnızlıktan. Hele gece karanlık inince. Evde perde kıpırdasa ödüm patlar, kanım adeta donar, kalbim hızlı hızlı çarpar, olduğum yerde büzülür kalırım. O yüzdendir, güneşin batmasıyla tüm odaların ışıklarını açmam, sabaha kadar öylece bırakmam. Yaz kış bu böyle. Dedim ya, sen gidince ben çok yalnız olacağım bu evde. Ve ışıklar hep açık kalacak, gün ağarana, sen gelene kadar, öylece.

Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, demiştim, gideceğini söylediğinde. Cümleyi tamamlayamadan hissettin yalan söylediğimi. O kadar çabuk ve o kadar iyi tanıdın ki beni. Sesimin incelmesinden anladın. Gidişine üzülürüm elbette. Hem de çok. Alıştım sana, bu kocaman evdeki boşluğu doldurmana. İnsan insana, rahata ne kadar da çabuk alışıyor. Halbuki önceden sen mi vardın bu evde? Ben hep bir başıma. Çok sonra geldin, kaldın hayatımda. Benimle kaldığın o kısacık zamanda, uzun yıllardır benimleymişsin gibi hissetmem niye? Her zaman canlı, hep bir şeyler yapma peşinde, yerinde duramayan, kalabalıklarla karışmayı seven sen, beni de benzettin kendine. Duramıyorum yerimde. Sen de gidince, gidesim var benim de. Sığmıyorum, sığınağım dediğim bu eve. İnsan sevmeyen ben insan peşine düşer oldum. Evimde ve içimde büyüyen boşluğu onlarla doldurmaya çalışıyorum. Olmuyor. Senin gibi doldurmuyor hayatımı, boşluklarımı, hiç kimse. Sadece yalnız kalmaktan değil, kendimle kalmaktan da korkuyorum, bu sessizlikte, sensizlikte. Söyleyememiş, yarım bırakmıştım ya, işte devamı böyle.

ya canım ellerini tutmak isterse... bu kuruntu rahat bırakmıyor. Düşünmemeye çalışıyorum. O her zaman omuzlarımda, sırtımda dolaştırdığın ellerini. Seven, teselli eden, destek veren ellerin rüyalarıma giriyor. Şimdi inanmazsın sen, ama öyle. Yanımda olduğunda aklıma bile gelmezdi; son zamanlarda ne kadar da uzaktık birbirimize. Ama artık sen olmayacaksın ya, ellerini istesem de tutamam ya, uzanırsam orada değilsin ya... işte bu beni mahvediyor. Çaresizlik değil, imkansızlık.

Yalan söyledim. Bu sefer kendime.



10 Ağustos, 2019

Küfe


Dün öğleden sonra cuma pazarının orta yerinde kavga oldu. Ben daha yeni gitmiş, bu hafta tezgahlarda ne var, ne ucuz diye bakınıyordum ki köyündeki bahçeden mahsullerini getiren çelimsiz, kara kuru yaşlı adamla ara sıra sırtında küfeyle dolaştığını gördüğüm sarışın, boksör suratlı hamal kapıştılar. Yaşlı adam pazarın gediklisi. Her hafta Beykoz taraflarındaki bir köyden külüstür arabasıyla geliyor. Sabahın en erken saatlerinde gelip durduğu aynı köşede, yere koyduğu hasırdan sepetlerde mallarını satıyor. Çoğunlukla domates, salatalık, maydanoz ve yumurta oluyor sepetlerinde. Arada biraz meyve de getiriyor, komşu bahçelerden. Pazarcılar ilişmiyorlar ona, kolluyorlar. Cumaya gittiğinde tezgahına göz kulak bile oluyorlar. Hem yaşlı hem malı kendine yetiyor diye. Bir de hasta karısı var. Eskiden o da gelirdi de epeydir görünmüyor. Yaşlı adamın yüzünde her zaman mahzun bir ifade, boynu omuzlarının içine göçmüş, oturduğu yerden gelen geçene bakıyor; alıcısı olursa seviniyor. Hamal daha öz güvenli, uzun boylu, dik duruşlu. Sanki küçük dağları o yaratmış. Bana hiç denk gelmedi ama havası öyle. Dün aralarda dolaşıp müşteri arayacağına yaşlı adamın sepetlerinin önünde dikilmiş, küfesini de yere koymuş, duruyordu. Gelen geçenin mallarını görmeyeceğinden endişelenen yaşlı adam zayıf sesiyle azıcık öteye gitmesini söyledi. Vay sen misin bunu diyen?! Hamal yaşlı adamın tek cümlesiyle küplere bindi, başladı bağırmaya. İstediği yerde dururmuş, burası onun tapulu malı mıymış, zaten üç kuruşluk malı varmış, görseler ne olacakmış; söylenip durdu. Baktı yaşlı adamdan karşılık yok, hızını alamadı, sepetlerden birine bir tekme savurdu. Allah'tan yumurtalara denk gelmedi ama kırmızı domateslerle tüylü şeftaliler önce havaya uçtu sonra pazarın yollarında yuvarlanıp dağıldı. O ana kadar hamalın bağırışlarını umursamaz görünen ve ona sessizce bakaduran o çelimsiz, halsiz yaşlı adam, sepetinin havaya savrulmasıyla birden atmaca oldu, yerinden fırlayıp atladı sarışının üzerine. Orta yerde alt alta üst üste dövüştüler. Benden başka konuşmaları duyan var mıydı, ne olduğunu anladılar mı bilmiyorum ama onların böyle yerlerde yuvarlanıp birbirlerini yumruklamalarını gören pazarcılardan hiçbiri ayırmaya kalkışmadı; korktular yaşlı adamın deli kuvvetinden. Etraftaki kadınlar yumruklardan nasiplerini almamak için bir yandan pazar arabalarını diğer yandan çocuklarını çekiştirip uzaklaştılar. Dövüş çok uzamadan zabıtanın gelmesiyle bitti; yaşlı adam domatesleri şeftalileri toplamanın derdinde kalktı, gitti. Hamal üstü başı toz toprak içinde ve yırtılmış, aldı küfesini sırtına, etrafa hiç bakmadan gözden kayboldu.

28 Temmuz, 2019

Toprak


Kırk yaşlarında ya var ya yoktu adam. Kara tenli, iri elli, kocaman ayaklıydı. Yürüyen dev bir ağaca benziyordu. Emektarımız Bahattin amcanın hastalandığı o yaz, evin bahçe işlerinde çalışmak üzere anlaşmışlardı babamla. Adaya ne zaman ve nasıl geldi, bizi kimlerden duydu, nereden buldu bilmiyorum. Mardin’in köylerindendi, oraların sarı boz rengi bakışlarına işlemişti. Pek göz göze gelmezdi kimseyle de, baktığında uzun ve derin bakardı; bilemediğim anlamlarla doluydu gözleri. Başı hep öne eğik, dilinde anlamadığım kelimeler; günün en erken saatlerinde gelir, güneşin batmasıyla dönerdi. Bu iri ve hantal adam, görüntüsüyle tezat, bir sincap sessizliğinde yürür, usul usul hareket ederdi. Mecbur kalmadıkça konuşmazdı. Çocuklarla bile. Tüm gün toprağı beller, havalandırır; kurumuş otları temizler, bir köşede yakar; işi bitince, cebinde taşıdığı küçük çakısıyla dallarını dikenlerini temizlediği renk renk çiçekleri vazosuna koysun diye annem, sahanlıktaki masaya bırakırdı. Gittiğinde, çimenlerin taze serin kokusu kalırdı arkasında.

Önceleri pek yanaşmazdı bize. Babamın kahvaltı tekliflerini, “yedim de geldim ağam,” diye kabul etmez; güneş en tepeye çıktığında, işe ara verdiğinde, yanında getirdiği ekmeğe helvayı katık ederdi. Sonraları, biraz bize alıştığından, biraz da mutfaktan gelen kokulara karşı koyamadığından olsa gerek, öğlen yemeklerini bizimle, evin arka tarafında kurulan, çoluk çocuk toplaştığımız büyük sofrada yemeye başladı. Annemin yaptığı birbirinden lezzetli yemekleri masanın en ucuna çektiği tabağından büyük bir iştahla, adeta yutarcasına yerdi. En çok güveçte pişenleri severdi; bol etli, patlıcanlı yemek oldu mu yüzü sanki bir başka güler, çokça mahçup, ikinci tabağı isterdi. Yine herkesten önce o bitirir, başı önde gözleri yerde kalkar, fazla oyalanmadan işinin başına dönerdi. Bizim çatal bıçak şıngırtılarımıza onun bahçeden gelen kürek sesi karışırdı.

En çok çocuklara sevdirmişti kendini. Konuşmadan anlaşırdı onlarla. Garip bir etkisi vardı çocukların üzerinde. İşe ara verip de bir sigara yaktığında onları izler, oyunlarını takip ederdi. Bir keresinde ısrarlarına dayanamamış, o da oyuna katılmış, çocukların bahçede bir yerlere gömdüğü, içi hayali paralarla dolu çömleği bulmak için, kazmayla kürekle davranmıştı. En çok o eğlenmiş, çömleği de o bulmuştu.

Sonra bir gün gelmedi. Halbuki daha yaz bitmemişti. Önce hasta oldu sandık. Merak ettik. Nereden, kimlere soracağımızı bilemedik. Ne adadaki evini ne bir akrabasını, tanışını bildiğimizden, elimiz kolumuz bağlı, ondan bir haber bekledik. Günler geçti, haber de gelmedi. Ne olduğunu, neden böyle birdenbire kaybolduğunu hiç anlamadık. Kısa sürede sevip bağlandığımız, varlığına alıştığımız kocaman adam, gelişi gibi sessiz ve kendi gibi esrarengiz, adadan ve hayatımızdan kaydı, gitti.

16 Temmuz, 2019

Düğme


İstanbul’un en eski semtlerinden birinde, balkonunun en ucundan denizin mavisinin ufacık görülebildiği evde, koridorun sonundaki penceresiz ve kolonya kokan odada, gözünü masasının üstündeki ekrana dikmiş, zayıf bedeni kamburlaşmış, tıkır tıkır yazıyor. Odada az eşya var. Yerde bir yatak, duvara dayalı bir masa, bir de üstünde bilgisayar. Eski model. Ama iş gören. Değiştirecek parası yok. Önce kazanması gerek. Bu yazıları yazarsa, yazdıkları beğenilirse, birileri basarsa, başka birileri okursa, kazanacak. Kazandıklarıyla yeni bir bilgisayar alacak, daha çok yazacak. Sonra belki daha da çok kazanacak. Kazandıklarıyla bütün odalarında pencere olan; sabahları doğan güneşi, geceleri sokak lambasından sızan ışığı görebileceği bir evi olacak. Bir de katı meyve sıkacağı alacak kendisine; en fiyakalısından ve pahalısından. Yıllardır istiyor. İstediği gibisini alınca her gün sebze, meyve sıkacak, iyi beslenecek, kuvvetlenecek. O böyle umuyor. O yüzden yazıyor, yazıyor.
Odada ondan başka bir de adını Düğme koyduğu, çok sevdiği, “kader ortağım” dediği, açık mavi saksısı içinde benjamin’i var. Sıradan bir bitki değil onun için. Yazmadığı zamanlarda konuşuyor, dertleşiyor onunla. Her şeyini anlatıyor Düğme’ye. Başkalarının kendisine sır diye anlattıklarını da. Çünkü biliyor ki ona anlatmazsa o da başkalarına anlatacak. Anlatmasa bile yazacak. İçinden çıkması gerek sırların; huyunu biliyor, yoksa duydukları gizli kalmayacak. Düğme şikayet etmiyor durumdan. Işığı ve havası az odada, üstelik sürekli yazan ve konuşan, anlatan birine bana mısın demeden gün be gün büyüyor, yaprağa bürünüyor. İşte bu yüzden Düğme’yi daha da çok seviyor.
Çalışırken radyoyu açıyor. Ufacık bir el radyosu, nereden aldığını unuttuğu. Kendi gibi aykırı bir kanalda çok da aykırı olmayan güzel müzikler dinliyor. En çok caz seviyor. Yumuşak; inişi çıkışı fazla olmayan, melodik parçaları. Bildikleri çıktığında kendi de eşlik ediyor, hafif hafif mırıldanıyor; neşeleniyor. Hele bir de saksafon soloya denk gelirse iyice keyifleniyor. Sakin olabildiği, evdekilere bağırıp çağırmadığı, sadece önündeki yazıya, kulağındaki müziğe teslim olduğu, hiç kimseye takmadığı zamanlar bunlar. Kendi olduğu, bir şey ispatlamak zorunda kalmadığı, öfkesini bastırabildiği zamanlar. O da farkında. Bu yüzden odasından çıkmadan, kimseye bulaşmadan; sadece yazıları, müziği, bir de tabii Düğme’siyle zaman geçiriyor.
Bugün kırk dört yaşında. Doğum günlerini kutlamayı bırakalı çok oldu. Hem zaten kimin umurunda ki? “Tam ortasındayım yolun...” diye geçiriyor içinden. Tıpkı o eski şarkıdaki gibi. “Ortasındayım yolun, koşunun...” 
Uzun yaşayacak.

29 Haziran, 2019

Mavi Kuş

İstanbul’da sıcak, yapış yapış bir yaz gününde yine yollardayım. İş görüşmesi için karşıya geçmem gerekiyor. Her seferinde neden biz müşterinin ayağına gidiyoruz, hiç anlamıyorum. Tamam, velinimetimiz olabilirler ama köleleri de değiliz ya! Bir kere de onlar gelse bir zahmet. Okullar tatil olmasına rağmen yollar yine tıklım tıklım, caddeler araba dolu. Kendi arabamla karşıya geçmeyi çoktan bıraktım. En iyisi toplu taşıt kullanmak. Fakat bu sıcakta o da çekilmez oluyor. Duş almasını bilmeyen bir toplulukla, balık istifi araçlarda buram buram ter kokusu çekerek gidemem. Daha ineceğim durağa gelmeden kendimi otobüsten dışarıya atıyorum. Topuklu ayakkabılarla zor olsa da caddede yürümek iyi geliyor. Hem temiz hava alıyorum hem de vitrinlere bakıyorum. Kalitesiz olduğu her halinden belli kıyafetlere göz ucuyla bakıp geçiyorum. Aslında ilgimi çeken fazla bir şey yok bu caddede. Bir müddet boş gözlerle etrafa bakınıp yürüyorum. Şansıma yolun üstünde şeker satan bir dükkana rastlıyorum. Bu yaşımda bile en sevdiklerim şeker dükkanları. Buram buram portakal kokusuyla beni kendine çeken dükkana giriveriyorum hiç düşünmeden. Sağlıklı beslenme, temiz gıda, kalori hesapları umurumda değil. Sıcağa, huysuz müşteriye, sıkıcı geçeceği garantili toplantıya katlanmama yardımcı olacak tek şey kavanozların içindeki renk renk şekerler şu anda. Küçüklüğümden beri bu böyle. Altı yaşındayken annemin beni okuldan almayı unuttuğu o akşam gıkım çıkmadan sakin ve uslu beklediysem, benim yüzümden okulu kapatıp çıkamayan temizlik görevlisi Ramazan amcanın ağlamayayım diye avuçla verdiği sütlü bon bon şekerleri sayesindedir. Hâlâ da canım sıkkın, moralim bozuk, kalbim kırık olduğunda teselliyi şekerde, çikolatada ararım.

Girdiğim dükkan küçük fakat yanda perdeyle ayrılmış iki masalık bir kafe de var. Oturacak vaktim olmadığından tezgahtaki kese kağıtlarından birinin içine minik kürekle çeşit çeşit şeker dolduruyorum. Hangisinden alacağımı şaşırmış halde bir o kavanoza daldırıyorum küreği bir bu kavanoza. Çoğunun tadını biliyorum. Fakat bilmediğim, gözüme değişik gelenler de var. En baştaki kavanozda duran mavi kuş şeklindeki şekerleme dikkatimi çekiyor. Ondan daha önce yemedim. Elindeki cep telefonuna benden daha çok ilgi gösteren yirmili yaşlarının başındaki tezgahtar kız görmeden bir tanesini ağzıma atıyorum. Fakat o da ne?! Bunun tadı acı, adeta zehir! Gözlerimden yaşlar geliyor, boğazım tırmalanıyor, nefes alamıyorum. Yutsam bir türlü tükürsem başka türlü. Ağzımı açabilsem bağıracağım. Keşke yanımda su şişem olsaydı. Şirkette bırakacak günü buldum! Şimdi kızdan da isteyemem. Kabahatim belli olmasın diye arkamı dönüp paketinden aceleyle çektiğim kağıt mendile ağzımda kalanları çıkartıyorum. İçimde suçluluk duygusu, ağzımda tuhaf, acı bir tat, gözlerimde yaşlar, kese kağıdına doldurduklarımı da almadan aceleyle çıkıyorum. Kız, hâlâ elindeki telefondan başını kaldırmıyor.

15 Haziran, 2019

Lobi

Yıllar sonra bir otel lobisinde gördüm onu. Odamın anahtarını almış, yukarıya çıkmadan önce gelen geçene bakıp oyalanayım diye koltuklara yönelmişken yan yana geldik bir an. Beni tanımadı. Sesini duymasaydım ben de tanıyamazdım. Çok değişmiş. Sadece aldığı kilolar, dökülen saçlar, içe dönen, çökmüş omuzlar değil; bakışı, duruşu, her şeyi değişmiş. Yüzü solmuş, çizgilerle dolmuş. Bambaşka biri olmuş. Gencecik bir lise öğrencisiyken sevdiğim, yıllarımı peşinde geçirdiğim adam gitmiş, yerine hiç bilmediğim, sesi de olmasa tanıyamayacağım biri gelmiş.

Onun o olduğunu anladığımda kalbim ağzıma geldi. Sonra üzüldüm. Çok üzüldüm. Üzüntüm ona mıydı, şimdi çok geçmişte kalan güzel günlere miydi, bilmiyorum. Tam otuz iki senedir onu görmediğimi hesapladığımda kendime de üzüldüm. Geçen onca seneye. O hayatımdayken çok mu mutluydum, her şey çok mu iyiydi? Hayır, değildi. Ama işte bunca zaman sonra, hele onu böyle yaşlanmış, durulmuş, değişmiş görünce, o geçmiş günler kıymetli oluyor, hafızada güzelmiş gibi canlanıyor.

Yalnızdı. Elindeki büyükçe bavulu bir kenara bırakıp resepsiyonda işlemlerini yaptırırken kimse yoktu yanında. Halbuki evlendiğini biliyordum. Acaba ayrılmış mıydı, eşi ölmüş müydü? Ya çocukları? Hareketleri konuşması gibi yavaş ve temkinliydi. Bu halleri bile değişmişti. Nerede o civa gibi atılgan, yerinde duramayan, konuşurken hızından kelimeleri yutan adam? Hasta mı acaba, diye düşündüm ama görünürde iyiydi, bir şeyi yoktu. Onu içten kemiren bir hastalığı yoktuysa oldukça sağlıklı görünüyordu. Üstü başı yine özenli, şık; pahalı olduğu belli kıyafetler içinde her şeye rağmen hâlâ hoş, yakışıklı. Bu yaşında görenlerin bile, neyini sevdin bu adamın, diye sormayı akıllarına getirmeyecekleri kadar çekici.

Sahi, nesini sevdim ben bu adamın? O gencecik yaşımda nasıl peşine takıldım? Ailemi, evimi bıraktım da onun hayalleri uğruna dünyanın bir ucunda niye yıllarımı geçirdim? Onun hayatını kendiminkinden daha çok önemsedim? O zaman ben de mutluyum sanıyordum. Onunla olmak bana yetiyordu. Heyecanım, cesaretim, aşkım vardı. Hayallerim olmasa da olurdu. Dünya yıkılsa, sadece o ve ben kalsak, bana yeterdi. Öyle olmadığını, bir insanın başka bir insanın her şeyi olamadığını, olmaması gerektiğini sonradan öğrendim. Tek kişinin hayatını iki kişi yaşadığımızı, o hayatı iki kişilik yapamayacağımı anladım. Hem geç oldu hem de güç ama onu bıraktım ve döndüm. Kendi yolumu kendim çizdim, bana ait yeni bir hayat kurdum. Yeni ve yalnız bir hayat mutlu bir hayat mı demek? Ona da cevabım hayır. Bilmiyorum. Kafamda her şey allak bullak, doğrular, yanlışlar birbirine karıştı.

Şimdi arkasına dönse, beni görse, göz göze gelsek, beni tanısa, yanıma gelse, hiçbir şey olmamış, onca sene geçmemiş gibi, kaldığımız yerden, hayır, kaldığımız yerden değil, ta en başından, en güzel günlerimizden başlasak, hatta yeniden tanışsak, konuşsak, gülsek, özlesek, sevsek... Mümkün olur mu? Olursa eğer, ister miyim?

31 Mayıs, 2019

Hafif



“Taşınıyor muyuz Sibel, söylesene Allah aşkına? Nedir bu kadar eşya?”
“Vallaha az aldım bu sefer.”
“Kaç defa söyleyeceğim, bu kadar eşyaya gerek yok diye? Tek bavul diyorsun, sıra sıra diziyorsun. Taşırsın kendin. Ben hayatta taşımam.”
“Tamam, ben taşırım. Zaten hep ben taşıyorum. Hadi çıkalım, uzatmayalım. Geç kalıyoruz.”

Çok istiyorum, her seferinde “bu defa kesin”, diyorum, yapamıyorum. Hafif seyahat edemiyorum. Hiç bir yere az eşyayla gidemiyorum. Ya lazım olursa diye, oralarda bulamam diye, şıklıkta yarışayım diye, bavulları dolduruyorum da dolduruyorum. Halbuki lazım olmuyor, çoğu aklıma bile gelmiyor, herkes hep aynı kıyafetle geziyor, ben boşuna yükleniyorum. Otuz üç parçayla bir sezon geçirebilenlere, basit bir kaç kıyafetle yetinebilenlere, ihtiyaç duyduklarını her yerde kolaylıkla temin edebilenlere, olmasa da olur deyip idare edenlere çok imreniyorum. Ama ben öyle olamıyorum.

Kısa kollu tişörtler, uzun kollu penyeler, gömlekler, aman üşümeyim hırkalar, pantolonlar, onlara uygun ayakkabı ve çantalar, çoraplar, tabii ki çamaşırlar, olmazsa olmazım fularlar, aksesuarlar, ilaçlar, mutlaka kitaplar, aklıma fikir gelirse defterler, losyonlar, biraz da bakımlı olmak lazım makyaj malzemeleri, lens, solüsyon, yedek gözlük, güneş gözlüğü, şemsiye, ya sıkılırsam şişlerim ve yünlerim, yolda acıkırsam atıştırmalıklar, unutursam mahvolurum şarj aleti, fırça, tarak, diş macunu, otelde yoksa saç kurutma makinesi derken bavullar şişiyor, yüküm artıyor. Bazen düşünüyorum, yahu çöle mi gidiyorum, üstelik genelde hepi topu bir hafta on gün; unuttuğumu çok lazımsa çarşıdan alırım, ne gerek var her şeyi taşımaya, diyorum. Yine de son dakikada bir bahane bulup hepsini tıkıyorum.

Aslında benim durumum fena sayılmaz. Yanında yastığını, nevresimini, uyurken ayrı kalamadığı oyuncağını, aile fotoğraflarını, ekmeğini, suyunu götürenler de var, biliyorum. Ben onlardan değilim. İyi ki değilim. Öyle olsaydım şimdiye kadar kırk kere boşanırdım. Çünkü bizimkinin bavula alerjisi var. Her seyahat öncesi bavul yüzünden mutlaka kavga ediyoruz. Yola çıkacağımızın gecesi o yattıktan sonra bavullarımı ve sığmayanları tıkıştırdığım el çantamı kapıya koyuyorum. Üstüne bir de çocukların bavulları, onun eşyalarını koyduğu sırt çantası derken, neredeyse bir kamyon eşya kapıya yığılıyor. Sabah uyanıp da eşyaları görünce deliriyor tabii. Zor ikna ediyorum, bu son diyorum, ama yapamıyorum. Azla seyahat edemiyorum. Sonra kavga kıyamet.


13 Mayıs, 2019

Moda

Moda’da yürüyorum. Barış Manço’nun semti. İlk ondan duymuştum adını. Daha çocuktum. Bu şehirde yaşamıyordum. Ne güzel şarkıları vardı. Her şarkının da bir hikayesi, kıssadan hissesi. Şimdiki şarkılarda anlam bile yok. Peş peşe sıralıyorlar kelimeleri sanki. Arada birkaçında ses uyumu da oldu mu tamam. Al sana Türkçe pop. Her şey bozuldu sanki. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Özensizlik, baştan savmacılık almış başını gidiyor. Düşünmemeye çalışıyorum. Sabahın bu saatinde sinirlenmeye gerek yok. Ayaklarım beni Moda Teras’a götürüyor. Çok severim burayı. Eskiden ne kadar sık gelirdik. O zamanlar sigara içiyordum. Dışarıda, açık havada oturup denize karşı sigaramı tüttürmek en büyük keyfimdi. Gençlik işte. Küçük şeylerden mutlu olabildiğim zamanlar.


Bugün hava serin. Güneş arada sırada yüzünü gösterse de ısıtmıyor. İçeride oturuyorum. Tenha. Daha erken tabii. Garsonlar yeni olmalı. Hiçbirini tanımıyorum. Tanısam ne olacak ki? Alt tarafı bir kahve içip kalkacağım. Fazla zamanım yok. Siparişimi verip çantamdan kitabımı çıkartıyorum. Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar romanını kim bilir kaçıncı kez okuyorum. Ne kadar zor ama bir o kadar da güzel bir roman. Çok araştırmış yazmadan önce, belli. Pehlivan karakterini yazmak için güreşle ilgili tüm teknikleri öğrenmiş mesela. Benim ailemde de pehlivanlar var. Bu ortaklık daha önce dikkatimi çekmemişti. Şaşırıyorum, hoşuma gidiyor. Baş kahramanla pehlivanın ilişkisine tekrar bakmalıyım.

Garson kahvemi getiriyor. Yanında ufak bir lokum var. Önce onu atıyorum ağzıma. Dişlerime yapışıyor. Bayat herhalde. Bir hayal kırıklığı geçiyor içimden. Burası da mı bozuldu? Çantamdan aynayı çıkartıp dişlerimi kontrol ediyorum. Araya bir şeyler girdiyse mahcup olmak istemem. Kiminle ne zaman karşılaşacağım belli olmaz. Funda’nın dişinde maydanozla tüm gün gezdiğinin hikayesi hâlâ aklımda. Üstelik de doğum gününde. Ama kimse de söylememiş yani, aşk olsun! Bunları aklımdan geçirirken salonda çalan müzik dikkatimi çekiyor. Sabahın bu saatinde kanı kaynatacak bir ritm yükseliyor hoparlörden. Avazı çıktığı kadar bağırıyor kadın şarkıcı. İspanyolca. Gelenleri uyandırmak için mi yoksa farkında bile olmadıklarından mı? Bence ikincisi. Özensizlik, dikkatsizlik yine kendini gösteriyor. Bu mekanda bu saatte çalınacak müzik mi bu şimdi? Yok, burası gerçekten çok değişmiş ben gelmeyeli. Daha fazla kalmanın gereği yok, başka yer bulmalıyım gidecek. Kahvemi hızla içip parasını masaya bırakıyorum. Ayağa kalktığımda onunla göz göze geliyoruz. Orada, kapının ağzında dimdik duruyor. Karşılaştık işte. Yıllar sonra yine burada. Bana doğru yürüyor. Oturuyorum.

28 Nisan, 2019

Yine de...


Sen de bir kaşık almak ister misin bundan? Buranın özel yemeğiymiş, geçenlerde bir dergide okudum. Ama şimdiden uyarmış olayım, bildiğimiz yemeklerden değil bu. Salçalı, soslu, sebzeli filan değil yani. Aslında içindekileri saysam ağzına koymazsın, yemek istemezsin. Ben mi? Ben aldım tabii. Bilirsin, hem yeniyi denemeyi severim hem de pis boğazım. O değişik yemeği mutlaka tatmam, bu boğazdan içeriye sokmam lazım. Yoksa gözüm kalır, aklım takılır. Sevdin mi diye sorarsan, sevmedim. Bende yalan yok. Ama en azından nasıldır, güzel midir, diye düşünmeyeceğim. Bu yemek hakkında artık bir fikrim var; biliyorum nasıl olduğunu. Sen de bu sefer şeytanın bacağını kırayım, her şeye rağmen bu yemeği deneyeyim dersen, söyleyeyim, seveceğini sanmam. Bir kere sen geleneksel bir insansın. Alıştığının dışına çıkmazsın. Yeniye şans vermezsin. Versen bile beğenmezsin, direnirsin. Tutucusun, kabul et. Sadece yemek konusunda değil, her konuda öylesin. Ama canım hemen itiraz etme, öylesin. Seni iyi tanıyorum. Sen bildiğinden şaşmazsın, bilmediğinden korkarsın. Ayrıca benim gibi meraklı da değilsin. Ne neymiş, nasılmış, hiç ilgini çekmez, umurunda olmaz. Senin için olsa da olur olmasa da. Mesela bu yemeğin tadını bilsen de olur bilmesen de. Sen bildiğin, alıştığın kadarıyla yaşayansın ve hiç anlamıyorum nasıl, ama bundan garip bir şekilde mutlu olabiliyorsun. Yeniye, farklıya asla açık değilsin. Kutu gibisin. Hayata karşı hevesin yok senin, hevesin. Yoo, hakaret etmiyorum. Ama gerçek bu. Düzsün. Renksizsin. Heyecansızsın. Ruhsuzsun. Tutturmuşsun bir çizgi, onun üzerinde ilerliyorsun. Sabitsin. Ama darılırım bak böyle yapma, ağlama. Tamam, şimdi bunları diyorum ama bak belki böyle olmak iyi bile olabilir. Yani aslında şöyle söyleyeyim; sen kendini korumayı biliyorsun. Riske sokmuyorsun. Sevdiğin sevmediğin belli. Ne istediğinden eminsin. Netsin. Macera peşinde değilsin. Sende istikrar var, düzen var, alışkanlıklarınla yaşamanın verdiği huzur var. Ve ben bütün bunlarla birlikte, bu haline, yine de seni seviyorum.

15 Nisan, 2019

Güven


Mesela bugün günlerden pazarmış. Şöyle gerine gerine uyanmışım. Saate bakmamışım ama biliyormuşum çok erken olmadığını. Ne acelem varmış bugün, ne bir yere yetişmenin derdi. Üstelik hava ılık ve güneşliymiş. Nihayet bahar gelmiş çünkü. Uzun zamandır olmadığı kadar aydınlık ve parlakmış gökyüzü bu sabah. Hiç kendimi sıkmadan, telaşa kapılmadan, bir sağ yanıma dönmüşüm yatakta bir sol yanıma. Tembellik yapma hakkımı dibine kadar kullanmaya niyet etmişim bugün. Uzun süre öylece yatmışım; hiçbir şey düşünmeden, sadece tavana bakarak.

Mesela kahve içmek istemiş canım. Her sabah yaptığım gibi çay demlememişim de, kahve içmeye karar vermişim. Çekirdekleri taze çekilmiş, mis gibi, koyusundan. Bu sefer içine süt koymadan. Bir tek kahvenin tadını almak istemişim bugün. Doldurmuşum en sadesinden kahveyi en büyük fincanıma. Yudum yudum içmişim, kokusu da burnumda.


Mesela güzel bir müzik dinlemek için CD kutusunu karıştırmışım, içinden rastgele birini çekip çıkarmışım. Ne çıkarsa kabulüm, diyerek. Şansa da kaç zamandır kafamda çalan şarkının olduğu CD gelmemiş mi elime?! Hiç şaşırmamışım. Önce yukarıya bir selam çakmış, sonra şarkılardan fal tutmuşum. Hep benim için söylenmiş en duygulu, en anlamlı şarkılar.

Mesela karnım acıkmış, şöyle hafifinden, sağlıklı birşeyler yemek istemişim. Dolapta bulduğum sebzeleri, yemişleri, ne varsa hepsini karıştırmış, en nefisinden kocaman bir salata yapmışım. Kasenin içinde bir renk cümbüşü. Üstüne de bol zeytinyağı, nar ekşisi ve limon. Geçmişim masamın en baş köşesine; yavaş yavaş çiğneyerek ve tadını çıkartarak yediklerimin; şükretmişim doydu diye, hem gözüm hem midem.

Mesela ben yine her günkü gibi rahat, keyifli, huzurluymuşum bugün. Günün de önemi yokmuş aslında, havanın da. Ben iyiymişim, sakinmişim. Her zamanki gibi. Derdim de yokmuş tasam da. Çok da aldırmıyormuşum yarının ne getireceğine, ne olacağına. Çünkü her şey hep iyiymiş zaten. Benim gibi. Ve ben güveniyormuşum hayata.

31 Mart, 2019

Memet


Canım, ceylanım, iki gözüm, sevgilim,
Tam bir ay iki gün oldu senden, pamuk ellerinden, ahu gözlerinden ayrılalı. “Sizin oralara mektup kolayına gitmez,” dediler, “dağlarda, yollarda kaybolur,” dediler, daha önce yazamadım. Haftaya bizim topal Hamdi’nin Süleyman köye izne gidiyormuş, seni ne yapar eder bulur, mektubumu verir diye aldım bir kağıt kalem, yazıyorum. Nasılsın kuzum, kınalım, bir tanem? İyi misin? Hoş musun? Beni sorarsan; hasretinden bezgin, sensizlikten yorgunum. Seni çok özlüyorum. Saatler geçmek bilmiyor, sanki damla damla akıyor. Sen nasılsın? Ne yapıyorsun? Beni özlüyor, arıyor musun?
Burada hayat başka, insanlar bambaşkaymış ceylanım. Öyle bize anlatıldığı gibi değilmiş. Doyacak ekmeğimiz, yatacak döşeğimiz olsa da, her şey yavan, her yer yaban ve betermiş. Hele seni de görmeyince, bir gün meğer ne zor geçermiş. Bugün yine saydım, tam bir ay iki gün olmuş, senden ayrılalı; seni, mırıl mırıl sözlerini, yasemin kokulu ellerini bırakalı.

Canım, bir tanem, minik kuşum, sevgilim,
Dışarısı buz gibi, ayaz. İçim bir yangın yeri. Yokluğun içimi yakıyor. Ateşimi söndürecek nice ırmaklar, çağlayanlar yetmiyor buralarda. Her sabah gün ağarmadan kalkıp çıkıyoruz, yürüyoruz, yürüyoruz. Ayaklarım bedenimi taşımıyor. Mesafeler gözümde büyüyor. Beni yürümek değil, yalnızlık yoruyor. Yollar ıssız, yollar sessiz. Sadece biz ve ayak seslerimiz. Bir sağıma bakıyorum dağlar, bir soluma bakıyorum yine dağlar. Karlı, sisli, ulu dağlar. Akşamları ateş yakıyoruz, etrafında ağıtlar, türküler söylüyoruz. Başka başka yerlerden, bilmediğim içli türküler. Sesi yanık, yüreği yaralılar yan yana gelip çığırıyorlar. Bana göre hepsi aynı, hepsi seni söylüyorlar.

Canım, tatlı dillim, fidan boylum, sevgilim,
Dün gece bir rüya gördüm. İçinde sen yoktun. Sen olsaydın sabaha başka uyanırdım. Her sabah aynı buralarda. Karanlık, soğuk, boş, sensiz. Bekliyoruz. Neyi beklediğimizi bilmeden bekliyoruz. Bir tek ben biliyorum. Ben seni, sana kavuşacağım seheri bekliyorum sevgilim. Az kaldı. Bugün yine saydım. Tam bir ay iki gün eksildi. Ömrümden değil gül yüzlüm, sana kavuşacağım günden.

Canım, civanım, yeşil gözlüm, çiçeğim,
Buluşacağımız güne hasret; minik ellerinden, saçının telinden, gözlerinin bebeğinden öperim.

Memetin.

18 Mart, 2019

Yüzük


Seni gördüm dün gece rüyamda. Bu kadar çabuk göreceğimi tahmin etmiyordum. Hayırdır inşallah. Anneannenin evindeyiz. Camın önündeki ikili kanepede oturuyorsun. Yanında dayım. Sessiz ve dalgın. Sen sanki hasta değilmişsin; oldukça iyi görünüyorsun. Biraz daha zayıf, biraz yorgun; gözlerinin altı çökmüş, hafif mor. Her zamanki gibi değilsin belki ama yine de iyisin. Ben kapının karşısındaki duvarın sana yakın tarafındaki tekli koltuktayım. Üstümde bana çok yakıştırdığın çiçek desenli yeşil elbise, elimde ablanın hediye ettiği yelpaze var. Hava yine çok sıcak. Açık camlardan esen rüzgar ne içimizi ne dışımızı serinletmeye yetiyor. Evde bizden başka birileri daha olmalı. Ama salonda değiller. Ortadaki sehpanın üstünde, melamin tabakta dilimlenmiş elma; cam sürahide içine buz parçaları ve limon kabuğu atılmış limonata; renkli kaselerde çoğu yenmiş kalanı erimiş dondurma ve IKEA’dan beraber aldığımız kırmızı balonlu kağıt peçeteler duruyor. Televizyon açık. Görüntü var ses yok. Yine bir sürü asık suratlı ve bıyıklı adam karşılıklı oturmuş aynı şeyi belki kırk sekizinci kez tartışıyor. Fikirlerini ilk defa söyleyeceklermiş gibi telaşlılar. Fakat biz onlarla ilgilenmiyoruz. Bizim derdimiz başka. Biz seni dinliyoruz. Neden hasta olduğunu anlatıyorsun. Demek ki iyi görünmene rağmen rüyada da hastaymışsın. Bir adamdan bahsediyorsun. Güya seni kazıklamış bu adam. Hesaplarınla oynamış. Çok canın sıkılmış bu adamın yaptıklarına. Hakkın olan parayı vermemiş sana. Ya da senden para çalmış. Öyle birşeyler. Sen böyle hararetle bunları anlatırken ellerin dikkatimi çekiyor. Kalın, küt parmaklarına, kocaman ellerine bakıyorum. Şaşırıyorum. Çünkü senin ellerin küçük, parmakların incedir. O adamın sana yaptığı haksızlığı o iri ellerini havada sallayarak anlatıyorsun heyecanla. Dizlerinin üstünde kavuşturduğunda ellerini, yüzükleri fark ediyorum. İki elinde de yüzükler var. Evlilik halkaları. Sağ elinin yüzük parmağına iki tanesini üst üste takmışsın. Sol elindekinde minicik pırlanta taşlar var. Bir kez daha şaşırıyorum. Belki ellerinin iriliğinden daha çok. Demek hâlâ yüzüğünü takıyor, diye düşünüyorum. Hâlâ seviyor. O kadar yıldan sonra. Unutamamış. Belki de hastalığına sebep o hararetle anlattığı, parasını kaptırdığı adam değil. Onu hasta yapan, aslında yüreğindeki yara. Bitti diye kabul ettiği, hiç dile getirmediği ama bu yüzüklerle kendini ele veren kalp kırıklığı, gönül kırgınlığı. Kısacık bir anda bunları geçiriyorum aklımdan. Sana hiçbir şey söylemiyorum. Daha da üzmek istemiyorum. Üzülmek sana iyi gelmiyor, hastalığını büyütüyor, biliyorum. Sen hep o adamı anlatıyorsun. Paralarına el koyan adamı. Bu yüzden hastalandım diyorsun hâlâ. Yüzüklerden hiç bahsetmiyorsun. İnanıyorum. Sonra birden bitiyor rüya, uyanıyorum. Sen gittin. İçimde boşluk.


28 Şubat, 2019

Asil


Aile dostlarımız Herbert ve Susan, geçen sene kardeşimin düğünü için gelmişlerdi İstanbul’a. Bu fotoğraf oradan. Ne kadar tatlılar, değil mi? Ben birbirini bu kadar seven çift gördüm de birbirine onlar gibi kıymet veren, saygı gösterenini görmedim bu yaşıma kadar. Bak, dedim benimkine, geçen sene onlarla tanıştırdığımda, beni biraz daha az sev ama Herbert gibi davran. O Susan sanki bir kontes. Baksana nasıl bakıyor kadının gözlerinin içine, nasıl da gülüyor yüzü. Sesi titriyor adını söylerken. Birilerine karısından bahsederken, sadece Susan dediğini hiç duymadım. “Canım Susan”, “kalbim Susan”, “tatlı Susie’m”... Ama Susan da Susan yani. Dünya şekeri bir kadın. Elinden her iş gelir, çok okur, kuşlar gibi bıcır bıcır konuşur, ağzından bal damlar, sesi ırmaklar gibi akar. Her gün bakımlı, saçı başı yapılı. Sabah Herbert uyanmadan kalkar, hazırlanır, rujunu sürer, kalemini çeker, öyle başlar güne. Çok başka bir kadın. Düğündeki kıyafetinin şıklığına bakar mısın? Ya o bileğindeki çiçek? Bu yaşımda benim aklıma gelmez vallahi. Çok özel bir kadın. Hayat dolu. Öyle olduğu için Herbert hiç bırakmamış onu. Sahip olduğu herşeyi elinin tersiyle itmiş, Susan’ın peşinden gitmiş. Buna ailesi de dahil. Herbert’ın ailesi çok asilmiş, soylu kanı varmış. Mallar, mülkler, araziler, şatolar; hem asil hem de çok zenginmiş. Avusturyalı ama bütün okulları Amerika’da okumuş. Susan’ı da son sınıftayken okulun kafeteryasında görmüş, vurulmuş. Tam Türk filmi gibi aslında. Dur bakayım, ne kadarını hatırlayacağım. Anlatmışlardı da uzun ve zor bir hikaye onlarınki. Susan orta halli bile diyemeyeceğimiz bir ailenin dördüncü kızı. Kendi çabalarıyla garsonluk yapmış, çocuk bakmış, okulun kütüphanesi, kafetaryası dahil aklına gelebilecek, para kazanılabilecek her yerde çalışmış. Okumamış ama. Sesi güzelmiş. Şarkı söylermiş geceleri. Para kazanmak için değil sadece. Hayaliymiş şarkıcılık. Başka bir iş hiç düşünmemiş. Önce güzelliğine vurulan Herbert, bir gece çalıştığı barda sesini de duyunca, tamam, demiş. Benim evleneceğim kadın bu, demiş. Demiş demesine de aile kabul etmemiş. Okul bitince derhal dön, işlerin, malların başına geç, demişler. Amerikalı fakir ailenin okumamış kızını gelin olarak asla kabul etmemişler. Hele barda şarkı söylediğini öğrendiklerinde iyice taşmış köpürmüşler. Bize yakışmaz öylesi, senin dünyan başka, sen buraya aitsin demişler ama Herbert’a dinletememişler. Bakmışlar ki dönmüyor, önce parasını kesmişler Herbert’ın. Umursamamış. İş bulmuş çalışmış. Sonra ailesinden heyetler gitmiş Amerika’ya. Gülme, aynen bu lafı kullanmıştı Herbert. Böyle gruplar halinde, gayet resmi, ciddiylermiş. Dayılar, kuzenler önce bir denemiş. Bakmışlar olmuyor, annesiyle babası gururlarına rağmen, döndürmek için Herbert’ı, tutmuşlar Amerika’nın yolunu. Dönmemiş. O yediği önünde yemediği arkasında, jilet gibi giyinen, şatolarda büyüyen Herbert, sandviçe talim, tek odalı bir dairede ama yanında Susan’ı, kalmış Amerika’da. İkisi bir olmuşlar, çalışmışlar, kazanmışlar, biriktirmişler, hayata birlikte göğüs germişler, zaten sonra da almış yürümüşler. Susan şarkıcı olamamış ama şarkı söylemeyi hiç bırakmamış. Bir kızları olmuş. O da genç yaşta evlenmiş, eşiyle Avusturya’ya yerleşmiş. Şaka gibi ama öyle. Babamın çalıştığı şirketin patronuydu Herbert. Sık gelirdi İstanbul’a. Hem işler için hem de İstanbul’u çok sevdiğinden. Tabii Susan da her zaman yanında. Bizim eve yemeğe çağırırdı babam. Annemle Susan da iyi anlaşınca arada yazları tatil için de gelmeye başladılar. Kaş’a, Fethiye’ye giderlerdi. İnanmayacaksın ama Türkçe bile öğrenmişlerdi çat pat. Yıllar geçti, Herbert şirketi sattı, babam emekli oldu ama dostlukları bitmedi. Eskisi gibi sık gelemiyorlar artık. Çok yaşlandılar. Ama Taner’in düğünü var deyince, o da oğlumuz sayılır, dediler, kalkıp onca yolu geldiler. Ne tatlılar, değil mi?

16 Şubat, 2019

Kulak misafiri




Metrobüsteyim. Eve dönüyorum. Şansıma, kapı önümde açıldı; benimle aynı anda binen gençle en arkadaki iki buçuk kişilik yere oturduk. Hemen arkamdan iri bir adam bindi, yanıma sıkışmaya, oturmaya yeltendi, sonra oraya sığmayacağını anlamış olacak ki, arkasından gelen genç kıza, “Sen geç otur”, dedi. Tanışıyorlar sandım sen diye konuşup, yer verince. Kız oturdu, adama bakmadan elindeki cep telefonuna daldı. Tanışmıyorlarmış. Alışamadım bu taşra erkeklerinin senli benli, samimi hitaplarına. İri adam bir süre sonra yanındaki kısaca boylu, çapraz kaşlı adamla konuşmaya başladı. Ben de kafamı camdan tarafa çevirip, yağmurda daha da grileşen şehrin hızla akışını seyretmeye başladım. Kafamda yine düşünceler. Fener’in maçı varmış bugün, yollar kapanmadan evde olsam bari, diye geçiriyorum içimden. O sırada çapraz kaşlı adamın, “Bulursun anneni inşallah. Umudunu kaybetme abi”, dediğini duydum. Anında kulaklarımı dikip çaktırmadan dinlemeye, konuyu anlamaya çalıştım fakat devamında konuştukları bir iki cümleyi de duyamadan iri adam indi. Meğer çapraz kaşlının arkadaşı da varmış yanında, iri adam inince yaklaştı buna, konuşmaya başladılar.
-          Ne olmuş? Ne anlatıyor?
-          Annesi kayıpmış on iki yıldır.
-          Nasıl yani?
-          Kadın işe gitmiş. Sonra adamın cebine bir mesaj atmış. Ondan sonra haber yok.
-          Ne yazmış mesajda?
-          Ne bileyim? Demedi. Adam dört avukat tutmuş bulmak için. Kıbrıs’ta çalışıyormuş. Bunun için gelmiş.
-          Deme ya?!
-          O kadar zamandır ses çıkmamış. Elli bir yaşındaymış.
-          Annesi elli bir yaşında mıymış?
-          Evet.
-          (Sırıtarak) Ohoo, boşversene, o kocaya kaçmıştır.
-          Yok lan! Ne kocası?! Annem yok oldu diyor.
-          Elli yaşlarında kadın ne yapacak lan? Nereye kaybolacak? Ben sana diyim, o kadın kesin kocaya kaçmıştır.
-          Ne bileyim lan. Öyle dedi.
-     ...
-          Hastahaneye gittim dün, Acıbadem’e, ç..mde kan toplanmıştı. Doktor mühim değil dedi.
-          Niye Acıbadem’e gittin? Çapa’ya filan gideydin.
-          Korktum lan. Test filan yaptılar. 
-     Tabii oğlum, kan da toplanır her şey olur. Her an hazır olursan. (Gülüşmeler)
-     Neyse işte. Ben neler görüyorum, şanslısın, bunda bir şey yok, dedi doktor.
-          İyi bari. Yine de Çapa’ya gideydin.
-          Trafik çoktu bugün Levent’te. Etiler filan tıkanmıştı. Ben MKM’den geliyorum.
-          Çoktu. Beşiktaş’ta da öyle. Yağmurdan.
-          Sen ne kadar kazandın geçen hafta?
-          Yok oğlum, bişey kazanmadım. Sen altı yüzü kaptın ama.
-          Yok lan, o kadar değil. Üç yüz filan. Bakalım bu hafta ne olacak maçlar.
-          Ne o lan? Erken mi geldik? Bir tane bile Fenerli yok. Saat kaçta ki maç?
-          Dokuzda. Gelmişlerdir oğlum. Görürüz şimdi. Geçen seferi hatırlasana.

Bu derin ve anlamlı sohbet Söğütlüçeşme’ye varışımızla –maalesef- sona eriyor. Herkes kendi yolunda; kalabalığa, Fenerlilerin arasına karışıyoruz.

25 Ocak, 2019

Çay



- Çayın altını kapattın mı?
- Hatırlamıyorum. 
- Nasıl hatırlamazsın bu kadar basit bir şeyi? Çayın altını kapattın mı kapatmadın mı?
- O zaman kapatmadım. Çünkü kapattığımı hatırlamıyorum.
- Süper mantık! "Kapattığımı hatırlamıyorum o zaman kapatmadım!" Bravo!
- Emin değilim. Kapatmış da olabilirim.
- Adem! Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Neredeyse Pendik'e geldik. Bir düşün! Çayı kapattın mı kapatmadın mı?
- Hatırlamıyorum. Döneyim mi?
- Yarım saate feribot kalkacak Adem. Bileti bir ay önce aldık. Hayatta yakmam ben o bileti!
- O zaman çayı unut.
- Ben unutamam Adem! Ama belli ki sen unutmuşsun.
- Unuttum demedim. Hatırlamıyorum dedim.
- Bana laf kalabalığı yapma Adem! Beni delirtme! Bir işin de ucundan tut be adam!
- Hangi işin ucundan? Çayın mı?
- Biz şimdi neyi konuşuyoruz Adem? Ben bulaşıkları yerleştirip çocukları toparlarken sen de çayın altını kapatıverseydin. Elin mi kopardı?
- Ben ne bileyim böyle bir görevim olduğunu? Sen hallediyorsun diye düşündüm herhalde. Ama kapatmış da olabilirim. Farkında değilim.
- Farkında olsan şaşardım Adem! Neyin farkındasın ki zaten? Her şeyi düşünen ben. Her yere koşan ben. Tatile giderken bile huzur yok. Şimdi o çayın altı kapandı mı kapanmadı mı? 
- Varsayalım kapanmadı.
- Ay sus sus! Düşünmek bile istemiyorum. İçim daralıyor.
- Yahu nedir bu panik, bu telaş? Sen bizim anahtarları annene bırakmamış mıydın dün, çiçekleri sulasın, eve göz kulak olsun diye? Ararız anneni, gider kapatır çayın altını.
- ...
- Hadi ara anneni. Ancak gider. Altı açıksa yanmasın.
- ...
- Arasana diyorum Sevim. Ne duruyorsun?
- ...
- Hadisene Sevim. 
- Şey Adem... Ben anahtarları anneme bırakmayı unuttum Adem...

17 Ocak, 2019

Sobe


Ben küçükken en çok oynadığımız oyun saklambaçtı. Mahallenin tüm çocukları bir araya gelip sabahtan akşama kadar oynardık. Oyuncağımız yoktu ama sokaklar bizimdi ve saklambaç en sevdiğimizdi. O gün sokağa son gelen ebe olur, bir duvarın önünde durup  gözlerini kapar,  elliye kadar sayarken diğer çocuklar da kaçıp bulunamayacaklarını düşündükleri bir yere saklanırdı. Herkes bir anda koşar, birbirini ittirerek evlerin girişlerine, merdiven altlarına, çöplerin arkalarına ilişirdi. Ebe saymayı bitirdiğinde gözlerini açıp, çil yavrusu gibi mahallenin dört bir yanına dağılanları bulmaya çalışırdı. Saklanan, ebe kendisini bulamadan kaleye gelip “sobe” derse kazanır, ebe saklananı görüp adını söyleyerek sobelerse ebe o olurdu. Eğer adını doğru bilemezse herkes bir ağızdan “çanak çömlek patladı” diye bağırarak ortaya çıkar, ebe arkasına dönüp tekrar saymaya başlardı. Siz de bilirsiniz, kural buydu, saklambaç böyle oynanırdı.

Ben hiç saklanmazdım. Ebe saymaya başladığında koşarak uzaklaşmak, görünmeyeceğim bir kuytu bulmak yerine ebeyi izleyebileceğim, yüzünü döndüğünde beni hemen göremeyeceği ama azıcık bakındıktan sonra fark edip sobeleyebileceği bir noktada durur beklerdim. Saklanmak hoşuma gitmezdi. Kolaylıkla görülen, hemen bulunan olmak isterdim. Adımın söylenmesini, seni gördüm, denmesini beklerdim. Bir sonraki oyunda ebe olmak umurumda olmazdı. Nasıl olsa başka biri tekrar ebe olacaktı, yine arkasını dönüp sayacak, sonra da beni bulacaktı. Oyunun kurallarını yanlış bildiğimi düşünürdü arkadaşlarım, ben hep ilk sobelenen olduğumda.  Ya da şaşkınlığımdan, küçük olduğumdan böyle yaptığımı sanır, her seferinde oyunu sabırla anlatırlardı; bak, ebe saymaya başlayınca kaçacaksın, saklanacaksın, amaç görülmemek, bulunmamak, derlerdi. Sanki ilk defa duyuyormuşçasına dinler, başımı sallayıp, tamam, der, sonraki oyunda yine bildiğimi yapardım. Saklanmazdım. Saymanın bitmesini, ebenin beni görmesini, adımı bağırmasını beklerdim. Görünen olmak isterdim. İlk görülen. Hemen bulunan. Ortalarda olan. Adı söylenen. Hem de öyle sessizce değil, bağırarak söylenen. Çanak çömlek patlamadan, bir seferde tanınan.
Ailemin sekizinci çocuğuydum. Evde varlığıyla yokluğu fark edilmeyen. Sekiz çocuk arasında çoğu zaman ismi unutulan.