Bugün hava serin. Güneş arada sırada yüzünü gösterse de
ısıtmıyor. İçeride oturuyorum. Tenha.
Daha erken tabii. Garsonlar yeni olmalı. Hiçbirini tanımıyorum.
Tanısam ne olacak ki? Alt tarafı bir kahve içip kalkacağım. Fazla zamanım yok.
Siparişimi verip çantamdan kitabımı çıkartıyorum. Sema Kaygusuz’un Yere Düşen
Dualar romanını kim bilir kaçıncı kez okuyorum. Ne kadar zor ama bir o kadar da
güzel bir roman. Çok araştırmış yazmadan önce, belli. Pehlivan karakterini
yazmak için güreşle ilgili tüm teknikleri öğrenmiş mesela. Benim ailemde de
pehlivanlar var. Bu ortaklık daha önce dikkatimi çekmemişti. Şaşırıyorum, hoşuma gidiyor. Baş kahramanla
pehlivanın ilişkisine tekrar bakmalıyım.
Garson kahvemi getiriyor. Yanında ufak bir lokum var. Önce
onu atıyorum ağzıma. Dişlerime yapışıyor. Bayat herhalde. Bir hayal kırıklığı
geçiyor içimden. Burası da mı bozuldu? Çantamdan aynayı çıkartıp dişlerimi
kontrol ediyorum. Araya bir şeyler girdiyse mahcup olmak istemem. Kiminle ne
zaman karşılaşacağım belli olmaz. Funda’nın dişinde maydanozla tüm gün
gezdiğinin hikayesi hâlâ aklımda. Üstelik de doğum gününde. Ama kimse de
söylememiş yani, aşk olsun! Bunları aklımdan geçirirken salonda çalan müzik
dikkatimi çekiyor. Sabahın bu saatinde kanı kaynatacak bir ritm yükseliyor
hoparlörden. Avazı çıktığı kadar bağırıyor kadın şarkıcı. İspanyolca. Gelenleri uyandırmak için mi yoksa farkında bile
olmadıklarından mı? Bence ikincisi. Özensizlik, dikkatsizlik yine kendini
gösteriyor. Bu mekanda bu saatte çalınacak müzik mi bu şimdi? Yok, burası
gerçekten çok değişmiş ben gelmeyeli. Daha fazla kalmanın gereği yok, başka
yer bulmalıyım gidecek. Kahvemi hızla içip parasını masaya bırakıyorum. Ayağa
kalktığımda onunla göz göze geliyoruz. Orada, kapının ağzında dimdik duruyor. Karşılaştık işte. Yıllar sonra yine burada. Bana doğru
yürüyor. Oturuyorum.
Ama bunun devamı olmalı sanki... Çok güzel başladı :)
YanıtlaSil