28 Şubat, 2019

Asil


Aile dostlarımız Herbert ve Susan, geçen sene kardeşimin düğünü için gelmişlerdi İstanbul’a. Bu fotoğraf oradan. Ne kadar tatlılar, değil mi? Ben birbirini bu kadar seven çift gördüm de birbirine onlar gibi kıymet veren, saygı gösterenini görmedim bu yaşıma kadar. Bak, dedim benimkine, geçen sene onlarla tanıştırdığımda, beni biraz daha az sev ama Herbert gibi davran. O Susan sanki bir kontes. Baksana nasıl bakıyor kadının gözlerinin içine, nasıl da gülüyor yüzü. Sesi titriyor adını söylerken. Birilerine karısından bahsederken, sadece Susan dediğini hiç duymadım. “Canım Susan”, “kalbim Susan”, “tatlı Susie’m”... Ama Susan da Susan yani. Dünya şekeri bir kadın. Elinden her iş gelir, çok okur, kuşlar gibi bıcır bıcır konuşur, ağzından bal damlar, sesi ırmaklar gibi akar. Her gün bakımlı, saçı başı yapılı. Sabah Herbert uyanmadan kalkar, hazırlanır, rujunu sürer, kalemini çeker, öyle başlar güne. Çok başka bir kadın. Düğündeki kıyafetinin şıklığına bakar mısın? Ya o bileğindeki çiçek? Bu yaşımda benim aklıma gelmez vallahi. Çok özel bir kadın. Hayat dolu. Öyle olduğu için Herbert hiç bırakmamış onu. Sahip olduğu herşeyi elinin tersiyle itmiş, Susan’ın peşinden gitmiş. Buna ailesi de dahil. Herbert’ın ailesi çok asilmiş, soylu kanı varmış. Mallar, mülkler, araziler, şatolar; hem asil hem de çok zenginmiş. Avusturyalı ama bütün okulları Amerika’da okumuş. Susan’ı da son sınıftayken okulun kafeteryasında görmüş, vurulmuş. Tam Türk filmi gibi aslında. Dur bakayım, ne kadarını hatırlayacağım. Anlatmışlardı da uzun ve zor bir hikaye onlarınki. Susan orta halli bile diyemeyeceğimiz bir ailenin dördüncü kızı. Kendi çabalarıyla garsonluk yapmış, çocuk bakmış, okulun kütüphanesi, kafetaryası dahil aklına gelebilecek, para kazanılabilecek her yerde çalışmış. Okumamış ama. Sesi güzelmiş. Şarkı söylermiş geceleri. Para kazanmak için değil sadece. Hayaliymiş şarkıcılık. Başka bir iş hiç düşünmemiş. Önce güzelliğine vurulan Herbert, bir gece çalıştığı barda sesini de duyunca, tamam, demiş. Benim evleneceğim kadın bu, demiş. Demiş demesine de aile kabul etmemiş. Okul bitince derhal dön, işlerin, malların başına geç, demişler. Amerikalı fakir ailenin okumamış kızını gelin olarak asla kabul etmemişler. Hele barda şarkı söylediğini öğrendiklerinde iyice taşmış köpürmüşler. Bize yakışmaz öylesi, senin dünyan başka, sen buraya aitsin demişler ama Herbert’a dinletememişler. Bakmışlar ki dönmüyor, önce parasını kesmişler Herbert’ın. Umursamamış. İş bulmuş çalışmış. Sonra ailesinden heyetler gitmiş Amerika’ya. Gülme, aynen bu lafı kullanmıştı Herbert. Böyle gruplar halinde, gayet resmi, ciddiylermiş. Dayılar, kuzenler önce bir denemiş. Bakmışlar olmuyor, annesiyle babası gururlarına rağmen, döndürmek için Herbert’ı, tutmuşlar Amerika’nın yolunu. Dönmemiş. O yediği önünde yemediği arkasında, jilet gibi giyinen, şatolarda büyüyen Herbert, sandviçe talim, tek odalı bir dairede ama yanında Susan’ı, kalmış Amerika’da. İkisi bir olmuşlar, çalışmışlar, kazanmışlar, biriktirmişler, hayata birlikte göğüs germişler, zaten sonra da almış yürümüşler. Susan şarkıcı olamamış ama şarkı söylemeyi hiç bırakmamış. Bir kızları olmuş. O da genç yaşta evlenmiş, eşiyle Avusturya’ya yerleşmiş. Şaka gibi ama öyle. Babamın çalıştığı şirketin patronuydu Herbert. Sık gelirdi İstanbul’a. Hem işler için hem de İstanbul’u çok sevdiğinden. Tabii Susan da her zaman yanında. Bizim eve yemeğe çağırırdı babam. Annemle Susan da iyi anlaşınca arada yazları tatil için de gelmeye başladılar. Kaş’a, Fethiye’ye giderlerdi. İnanmayacaksın ama Türkçe bile öğrenmişlerdi çat pat. Yıllar geçti, Herbert şirketi sattı, babam emekli oldu ama dostlukları bitmedi. Eskisi gibi sık gelemiyorlar artık. Çok yaşlandılar. Ama Taner’in düğünü var deyince, o da oğlumuz sayılır, dediler, kalkıp onca yolu geldiler. Ne tatlılar, değil mi?

16 Şubat, 2019

Kulak misafiri




Metrobüsteyim. Eve dönüyorum. Şansıma, kapı önümde açıldı; benimle aynı anda binen gençle en arkadaki iki buçuk kişilik yere oturduk. Hemen arkamdan iri bir adam bindi, yanıma sıkışmaya, oturmaya yeltendi, sonra oraya sığmayacağını anlamış olacak ki, arkasından gelen genç kıza, “Sen geç otur”, dedi. Tanışıyorlar sandım sen diye konuşup, yer verince. Kız oturdu, adama bakmadan elindeki cep telefonuna daldı. Tanışmıyorlarmış. Alışamadım bu taşra erkeklerinin senli benli, samimi hitaplarına. İri adam bir süre sonra yanındaki kısaca boylu, çapraz kaşlı adamla konuşmaya başladı. Ben de kafamı camdan tarafa çevirip, yağmurda daha da grileşen şehrin hızla akışını seyretmeye başladım. Kafamda yine düşünceler. Fener’in maçı varmış bugün, yollar kapanmadan evde olsam bari, diye geçiriyorum içimden. O sırada çapraz kaşlı adamın, “Bulursun anneni inşallah. Umudunu kaybetme abi”, dediğini duydum. Anında kulaklarımı dikip çaktırmadan dinlemeye, konuyu anlamaya çalıştım fakat devamında konuştukları bir iki cümleyi de duyamadan iri adam indi. Meğer çapraz kaşlının arkadaşı da varmış yanında, iri adam inince yaklaştı buna, konuşmaya başladılar.
-          Ne olmuş? Ne anlatıyor?
-          Annesi kayıpmış on iki yıldır.
-          Nasıl yani?
-          Kadın işe gitmiş. Sonra adamın cebine bir mesaj atmış. Ondan sonra haber yok.
-          Ne yazmış mesajda?
-          Ne bileyim? Demedi. Adam dört avukat tutmuş bulmak için. Kıbrıs’ta çalışıyormuş. Bunun için gelmiş.
-          Deme ya?!
-          O kadar zamandır ses çıkmamış. Elli bir yaşındaymış.
-          Annesi elli bir yaşında mıymış?
-          Evet.
-          (Sırıtarak) Ohoo, boşversene, o kocaya kaçmıştır.
-          Yok lan! Ne kocası?! Annem yok oldu diyor.
-          Elli yaşlarında kadın ne yapacak lan? Nereye kaybolacak? Ben sana diyim, o kadın kesin kocaya kaçmıştır.
-          Ne bileyim lan. Öyle dedi.
-     ...
-          Hastahaneye gittim dün, Acıbadem’e, ç..mde kan toplanmıştı. Doktor mühim değil dedi.
-          Niye Acıbadem’e gittin? Çapa’ya filan gideydin.
-          Korktum lan. Test filan yaptılar. 
-     Tabii oğlum, kan da toplanır her şey olur. Her an hazır olursan. (Gülüşmeler)
-     Neyse işte. Ben neler görüyorum, şanslısın, bunda bir şey yok, dedi doktor.
-          İyi bari. Yine de Çapa’ya gideydin.
-          Trafik çoktu bugün Levent’te. Etiler filan tıkanmıştı. Ben MKM’den geliyorum.
-          Çoktu. Beşiktaş’ta da öyle. Yağmurdan.
-          Sen ne kadar kazandın geçen hafta?
-          Yok oğlum, bişey kazanmadım. Sen altı yüzü kaptın ama.
-          Yok lan, o kadar değil. Üç yüz filan. Bakalım bu hafta ne olacak maçlar.
-          Ne o lan? Erken mi geldik? Bir tane bile Fenerli yok. Saat kaçta ki maç?
-          Dokuzda. Gelmişlerdir oğlum. Görürüz şimdi. Geçen seferi hatırlasana.

Bu derin ve anlamlı sohbet Söğütlüçeşme’ye varışımızla –maalesef- sona eriyor. Herkes kendi yolunda; kalabalığa, Fenerlilerin arasına karışıyoruz.