“Fırça
kırılmış odanızda. Tuvalet fırçası. Onun parasını da ekliyorum,” dedi resepsiyondaki
kadın. Siyah, kalın gözlükleriyle iyice sert duran yüzünü çevirip bakmadı bile bankonun
önündeki kadına. İri yapılı, ince
dudaklı, kısa saçlıydı. Önüne dizdiği ufak kağıtlarda yazan rakamları kalın ve
küt parmaklarıyla sıkıca kavradığı kalemle başka bir kağıda dikkatlice yazıyor,
bir yandan da hesap makinesinde topluyordu. Bu ana kadar sessiz ve sabırla sert
bakışlı kadının rakamları ince ince yazmasını ve tek tek toplamasını bekleyen ufak
tefek sarışın kadın, en şaşkın sesiyle, “tuvalet fırçasının parasını mı
alacaksınız benden?” diye sordu. “Evet,” dedi siyah gözlüklü sert bakışlı
kadın, “odayı temizlerken kat görevlisi fark edip not etmiş. Kırmışsınız,”
dedi. Ufak tefek sarışın kadın, duyduğunu teyit edercesine, “kat görevlisi not
etmiş, kırmışız,” dedi. Siyah gözlüklü sert bakışlı kadın, o böyle tekrar
edince başını bir an için kaldırdı, sonra rakamları alt alta yazmaya devam
etti. “Bir hafta boyunca epey çay, kahve içmişsiniz. Atladığım olmasın diye adisyonları
bir kez daha kontrol edeceğim. Başka bir işiniz varsa bu arada onu halledin,
ayakta dikilmeyin,” dedi, hiç de alçak olmayan bir tonda. Sarışın ufak tefek
kadın ne söyleneni ne tonunu fark etti; kafasında hâlâ biraz önceki cümleler
dolaşıyordu. Ama bu plastik bir fırça, kırılabilir, herkesin başına gelir, diye
kendi kendine söyleniyordu. Geçen gün de gruplarındaki bir arkadaşlarından, odasında
kırılan sehpanın parasını istemişlerdi. Zavallıcık,
gece okuduğu kitabı üstüne koymasıyla paldır küldür kırılan sehpa için iki gün
açıklama yapmış, dil dökmüştü. Ona yapılan muameleye şaşırıp üzülürken şimdi kendi
başlarına gelene inanamıyordu. Hayatımda duymadım böyle bir şey. Müşteriden
fırça parası mı istenirmiş? Hem, bilerek kırmadık ya fırçayı. Olacağı varmış
bize denk geldi, diye kendine bir kez daha açıkladı durumu. Yardım istercesine
kocasına bakındı. Tıknaz, esmer adam yarım saat kadar önce kapıya bavulları
çıkarmış, karısının hesabı kapatmasını bekliyordu. Onu çağırsa bile durum
değişmeyecek, artık huyunu öğrendikleri bu kadın isteğinden vazgeçmeyecekti. “Ne
kadar?” diye titreyen sesle sordu. “Ne, ne kadar?” dedi siyah gözlüklü sert
bakışlı kadın. Yine başını kaldırmadı. “Tuvalet fırçası,” dedi ufak tefek
sarışın kadın. “Pazarda sordurduk, yetmiş lira dediler. Adisyona da öyle
yazdım, fazlası değil,” dedi sert bakışlı kadın. Pazarda bile sordurmuşlar, diye
düşündü sarışın, ufak tefek kadın. Tuvalet fırçası yetmiş lira mı olur canım?
Elli dese neyse.
29 Eylül, 2019
15 Eylül, 2019
Ekmek
Terlikleri ayağına geçirdi, üstüne başına bakmadan sokağa
fırladı. Evde ekmek kalmamış. Babası kahvaltının başına oturur oturmaz, o en
paslı sesiyle, “hani bu sofranın ekmeği,” deyince, dünya başına yıkıldı sanki. Nasıl
oldu da unuttu bu sabah. Hep telaştan, gecikme korkusundan. Bugün önemli bir
işi mi varmış neymiş, geceden söylemişti erken çıkacağını. Bu yüzden saati de
her zamankinden önceye kurmuş, babası ayaklanmadan sofra hazır olsun istemişti.
Daha o tıraş olmadan masa hazırdı. Ama eksikti işte. Ekmeği unutmuştu. “Taze
taze ye istedim, hemen alır gelirim, sen çayını içmeye başla babacığım,” dedi kısık
sesiyle. Adam tabii inanmadı. Babasının, uykusunu alamamış kızgın gözlerini
görmemek için başını öte tarafa çevirdi ama homurtularını duydu. İki adımda
mutfağa gidip ocağın üstünde kaynamakta olan çayın deminden doldurdu bardağa,
içine de iki şeker attı, karıştırıp hâlâ söylenen babasının önüne yavaşça
bıraktı. Paltoluğun üstündeki çanağa dün dolmuşçunun verdiği bozuklukları
koymuştu, cüzdanını aramakla vakit kaybetmeyeceğine sevindi. Babası aksini
söylese de bazen kafası çalışıyordu işte. Daha fazla sinirlendirmemek için adamı,
paraları şıkırdatmadan avuçladı, kapıyı tık diye kapattı, üçüncü kattan rüzgar
gibi indi aşağıya; beş numaraya gazete bırakan kapıcının karısı Şükran “günaydın,”
dedi de, duymadan geçti yanından. Kafası babasıyla meşguldü. İlk bardağı
bitirmek üzeredir şimdi. Ağız değil teneke maşallah. Biraz soğumasını beklese
ekmek de yetişecek. Apartmanın ağır kapısını iki eliyle itti, merdivenleri
ikişer atladı, bahçe kapısından çıkıp sola döndü koşturarak. Güneş şimdiden
yükselmişti tepeye, gözünü kamaştırdı. Allah vere de bakkal Hüsrev bu saatte
açmış olsa, kapıdaki dolaptan kaparım iki ekmek, para bozuk nasıl olsa,
beklemem de üstünü, koşar yetiştiririm babama, diye hesap yaptı. Babasını daha
çok bekletmeye de öfkelendirmeye de niyeti yoktu. Yoksa adam küçücük gövdesine
tezat; azar, taşar, köpürürdü. Geçenlerde zili duymayınca kapıda dikildi, ikinci
kez çalmak zorunda kaldı diye bütün apartmanı inletmemiş miydi? Yine yapardı.
Kimseden çekinmezdi. Bakkalda yoksa iki sokak ötedeki fırına giderim, bu Hüsrev’de
de her zaman her aradığım bulunmuyor, ne biçim bakkal bu canım, ama ekmek de
vardır, o kadar da değil, yoksa on dakika daha kaybederim, diye geçirdi
kafasından; hiçbir şeyden haberi olmayan Hüsrev’e hafiften sinirlenerek. Aklının
bir köşesinde her zaman ikinci planı vardı; sürprizlere, aksiliklere hazırlıklı
olmalıydı. Zaman akıyordu, o tutmalıydı. Köşeyi döndü. İşte Hüsrev kapıda
oturuyordu. Nefes nefese yaklaştı. “Bana şurdan iki ekmek,” dedi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)