28 Temmuz, 2019

Toprak


Kırk yaşlarında ya var ya yoktu adam. Kara tenli, iri elli, kocaman ayaklıydı. Yürüyen dev bir ağaca benziyordu. Emektarımız Bahattin amcanın hastalandığı o yaz, evin bahçe işlerinde çalışmak üzere anlaşmışlardı babamla. Adaya ne zaman ve nasıl geldi, bizi kimlerden duydu, nereden buldu bilmiyorum. Mardin’in köylerindendi, oraların sarı boz rengi bakışlarına işlemişti. Pek göz göze gelmezdi kimseyle de, baktığında uzun ve derin bakardı; bilemediğim anlamlarla doluydu gözleri. Başı hep öne eğik, dilinde anlamadığım kelimeler; günün en erken saatlerinde gelir, güneşin batmasıyla dönerdi. Bu iri ve hantal adam, görüntüsüyle tezat, bir sincap sessizliğinde yürür, usul usul hareket ederdi. Mecbur kalmadıkça konuşmazdı. Çocuklarla bile. Tüm gün toprağı beller, havalandırır; kurumuş otları temizler, bir köşede yakar; işi bitince, cebinde taşıdığı küçük çakısıyla dallarını dikenlerini temizlediği renk renk çiçekleri vazosuna koysun diye annem, sahanlıktaki masaya bırakırdı. Gittiğinde, çimenlerin taze serin kokusu kalırdı arkasında.

Önceleri pek yanaşmazdı bize. Babamın kahvaltı tekliflerini, “yedim de geldim ağam,” diye kabul etmez; güneş en tepeye çıktığında, işe ara verdiğinde, yanında getirdiği ekmeğe helvayı katık ederdi. Sonraları, biraz bize alıştığından, biraz da mutfaktan gelen kokulara karşı koyamadığından olsa gerek, öğlen yemeklerini bizimle, evin arka tarafında kurulan, çoluk çocuk toplaştığımız büyük sofrada yemeye başladı. Annemin yaptığı birbirinden lezzetli yemekleri masanın en ucuna çektiği tabağından büyük bir iştahla, adeta yutarcasına yerdi. En çok güveçte pişenleri severdi; bol etli, patlıcanlı yemek oldu mu yüzü sanki bir başka güler, çokça mahçup, ikinci tabağı isterdi. Yine herkesten önce o bitirir, başı önde gözleri yerde kalkar, fazla oyalanmadan işinin başına dönerdi. Bizim çatal bıçak şıngırtılarımıza onun bahçeden gelen kürek sesi karışırdı.

En çok çocuklara sevdirmişti kendini. Konuşmadan anlaşırdı onlarla. Garip bir etkisi vardı çocukların üzerinde. İşe ara verip de bir sigara yaktığında onları izler, oyunlarını takip ederdi. Bir keresinde ısrarlarına dayanamamış, o da oyuna katılmış, çocukların bahçede bir yerlere gömdüğü, içi hayali paralarla dolu çömleği bulmak için, kazmayla kürekle davranmıştı. En çok o eğlenmiş, çömleği de o bulmuştu.

Sonra bir gün gelmedi. Halbuki daha yaz bitmemişti. Önce hasta oldu sandık. Merak ettik. Nereden, kimlere soracağımızı bilemedik. Ne adadaki evini ne bir akrabasını, tanışını bildiğimizden, elimiz kolumuz bağlı, ondan bir haber bekledik. Günler geçti, haber de gelmedi. Ne olduğunu, neden böyle birdenbire kaybolduğunu hiç anlamadık. Kısa sürede sevip bağlandığımız, varlığına alıştığımız kocaman adam, gelişi gibi sessiz ve kendi gibi esrarengiz, adadan ve hayatımızdan kaydı, gitti.

16 Temmuz, 2019

Düğme


İstanbul’un en eski semtlerinden birinde, balkonunun en ucundan denizin mavisinin ufacık görülebildiği evde, koridorun sonundaki penceresiz ve kolonya kokan odada, gözünü masasının üstündeki ekrana dikmiş, zayıf bedeni kamburlaşmış, tıkır tıkır yazıyor. Odada az eşya var. Yerde bir yatak, duvara dayalı bir masa, bir de üstünde bilgisayar. Eski model. Ama iş gören. Değiştirecek parası yok. Önce kazanması gerek. Bu yazıları yazarsa, yazdıkları beğenilirse, birileri basarsa, başka birileri okursa, kazanacak. Kazandıklarıyla yeni bir bilgisayar alacak, daha çok yazacak. Sonra belki daha da çok kazanacak. Kazandıklarıyla bütün odalarında pencere olan; sabahları doğan güneşi, geceleri sokak lambasından sızan ışığı görebileceği bir evi olacak. Bir de katı meyve sıkacağı alacak kendisine; en fiyakalısından ve pahalısından. Yıllardır istiyor. İstediği gibisini alınca her gün sebze, meyve sıkacak, iyi beslenecek, kuvvetlenecek. O böyle umuyor. O yüzden yazıyor, yazıyor.
Odada ondan başka bir de adını Düğme koyduğu, çok sevdiği, “kader ortağım” dediği, açık mavi saksısı içinde benjamin’i var. Sıradan bir bitki değil onun için. Yazmadığı zamanlarda konuşuyor, dertleşiyor onunla. Her şeyini anlatıyor Düğme’ye. Başkalarının kendisine sır diye anlattıklarını da. Çünkü biliyor ki ona anlatmazsa o da başkalarına anlatacak. Anlatmasa bile yazacak. İçinden çıkması gerek sırların; huyunu biliyor, yoksa duydukları gizli kalmayacak. Düğme şikayet etmiyor durumdan. Işığı ve havası az odada, üstelik sürekli yazan ve konuşan, anlatan birine bana mısın demeden gün be gün büyüyor, yaprağa bürünüyor. İşte bu yüzden Düğme’yi daha da çok seviyor.
Çalışırken radyoyu açıyor. Ufacık bir el radyosu, nereden aldığını unuttuğu. Kendi gibi aykırı bir kanalda çok da aykırı olmayan güzel müzikler dinliyor. En çok caz seviyor. Yumuşak; inişi çıkışı fazla olmayan, melodik parçaları. Bildikleri çıktığında kendi de eşlik ediyor, hafif hafif mırıldanıyor; neşeleniyor. Hele bir de saksafon soloya denk gelirse iyice keyifleniyor. Sakin olabildiği, evdekilere bağırıp çağırmadığı, sadece önündeki yazıya, kulağındaki müziğe teslim olduğu, hiç kimseye takmadığı zamanlar bunlar. Kendi olduğu, bir şey ispatlamak zorunda kalmadığı, öfkesini bastırabildiği zamanlar. O da farkında. Bu yüzden odasından çıkmadan, kimseye bulaşmadan; sadece yazıları, müziği, bir de tabii Düğme’siyle zaman geçiriyor.
Bugün kırk dört yaşında. Doğum günlerini kutlamayı bırakalı çok oldu. Hem zaten kimin umurunda ki? “Tam ortasındayım yolun...” diye geçiriyor içinden. Tıpkı o eski şarkıdaki gibi. “Ortasındayım yolun, koşunun...” 
Uzun yaşayacak.