Girdiğim dükkan küçük fakat yanda perdeyle ayrılmış iki masalık bir kafe de
var. Oturacak vaktim olmadığından tezgahtaki kese kağıtlarından birinin içine
minik kürekle çeşit çeşit şeker dolduruyorum. Hangisinden alacağımı şaşırmış
halde bir o kavanoza daldırıyorum küreği bir bu kavanoza. Çoğunun tadını biliyorum.
Fakat bilmediğim, gözüme değişik gelenler de var. En baştaki kavanozda duran mavi
kuş şeklindeki şekerleme dikkatimi çekiyor. Ondan daha önce yemedim. Elindeki
cep telefonuna benden daha çok ilgi gösteren yirmili yaşlarının başındaki
tezgahtar kız görmeden bir tanesini ağzıma atıyorum. Fakat o da ne?! Bunun tadı
acı, adeta zehir! Gözlerimden yaşlar geliyor, boğazım tırmalanıyor, nefes
alamıyorum. Yutsam bir türlü tükürsem başka türlü. Ağzımı açabilsem
bağıracağım. Keşke yanımda su şişem olsaydı. Şirkette bırakacak günü buldum!
Şimdi kızdan da isteyemem. Kabahatim belli olmasın diye arkamı dönüp paketinden
aceleyle çektiğim kağıt mendile ağzımda kalanları çıkartıyorum. İçimde suçluluk
duygusu, ağzımda tuhaf, acı bir tat, gözlerimde yaşlar, kese kağıdına
doldurduklarımı da almadan aceleyle çıkıyorum. Kız, hâlâ elindeki telefondan
başını kaldırmıyor.
29 Haziran, 2019
Mavi Kuş
İstanbul’da sıcak, yapış yapış bir yaz gününde yine
yollardayım. İş görüşmesi için karşıya geçmem gerekiyor. Her seferinde neden
biz müşterinin ayağına gidiyoruz, hiç anlamıyorum. Tamam, velinimetimiz
olabilirler ama köleleri de değiliz ya! Bir kere de onlar gelse bir zahmet.
Okullar tatil olmasına rağmen yollar yine tıklım tıklım, caddeler araba dolu.
Kendi arabamla karşıya geçmeyi çoktan bıraktım. En iyisi toplu taşıt kullanmak.
Fakat bu sıcakta o da çekilmez oluyor. Duş almasını bilmeyen bir toplulukla,
balık istifi araçlarda buram buram ter kokusu çekerek gidemem. Daha ineceğim
durağa gelmeden kendimi otobüsten dışarıya atıyorum. Topuklu ayakkabılarla zor
olsa da caddede yürümek iyi geliyor. Hem temiz hava alıyorum hem de vitrinlere
bakıyorum. Kalitesiz olduğu her halinden belli kıyafetlere göz ucuyla bakıp
geçiyorum. Aslında ilgimi çeken fazla bir şey yok bu caddede. Bir müddet boş
gözlerle etrafa bakınıp yürüyorum. Şansıma yolun üstünde şeker satan bir
dükkana rastlıyorum. Bu yaşımda bile en sevdiklerim şeker dükkanları. Buram
buram portakal kokusuyla beni kendine çeken dükkana giriveriyorum hiç
düşünmeden. Sağlıklı beslenme, temiz gıda, kalori hesapları umurumda değil.
Sıcağa, huysuz müşteriye, sıkıcı geçeceği garantili toplantıya katlanmama
yardımcı olacak tek şey kavanozların içindeki renk renk şekerler şu anda.
Küçüklüğümden beri bu böyle. Altı yaşındayken annemin beni okuldan almayı
unuttuğu o akşam gıkım çıkmadan sakin ve uslu beklediysem, benim yüzümden okulu
kapatıp çıkamayan temizlik görevlisi Ramazan amcanın ağlamayayım diye avuçla
verdiği sütlü bon bon şekerleri sayesindedir. Hâlâ da canım sıkkın, moralim bozuk,
kalbim kırık olduğunda teselliyi şekerde, çikolatada ararım.
15 Haziran, 2019
Lobi
Yıllar sonra bir otel lobisinde gördüm onu. Odamın
anahtarını almış, yukarıya çıkmadan önce gelen geçene bakıp oyalanayım diye
koltuklara yönelmişken yan yana geldik bir an. Beni tanımadı. Sesini
duymasaydım ben de tanıyamazdım. Çok değişmiş. Sadece aldığı kilolar, dökülen
saçlar, içe dönen, çökmüş omuzlar değil; bakışı, duruşu, her şeyi değişmiş.
Yüzü solmuş, çizgilerle dolmuş. Bambaşka biri olmuş. Gencecik bir lise
öğrencisiyken sevdiğim, yıllarımı peşinde geçirdiğim adam gitmiş, yerine hiç
bilmediğim, sesi de olmasa tanıyamayacağım biri gelmiş.
Onun o olduğunu anladığımda kalbim ağzıma geldi. Sonra
üzüldüm. Çok üzüldüm. Üzüntüm ona mıydı, şimdi çok geçmişte kalan güzel günlere
miydi, bilmiyorum. Tam otuz iki senedir onu görmediğimi hesapladığımda kendime
de üzüldüm. Geçen onca seneye. O hayatımdayken çok mu mutluydum, her şey çok mu
iyiydi? Hayır, değildi. Ama işte bunca zaman sonra, hele onu böyle yaşlanmış,
durulmuş, değişmiş görünce, o geçmiş günler kıymetli oluyor, hafızada güzelmiş
gibi canlanıyor.
Yalnızdı. Elindeki
büyükçe bavulu bir kenara bırakıp resepsiyonda
işlemlerini yaptırırken kimse yoktu yanında. Halbuki evlendiğini biliyordum.
Acaba ayrılmış mıydı, eşi ölmüş müydü? Ya çocukları? Hareketleri konuşması gibi
yavaş ve temkinliydi. Bu halleri bile değişmişti. Nerede o civa gibi atılgan,
yerinde duramayan, konuşurken hızından kelimeleri yutan adam? Hasta mı acaba,
diye düşündüm ama görünürde iyiydi, bir şeyi yoktu. Onu içten kemiren bir
hastalığı yoktuysa oldukça sağlıklı görünüyordu. Üstü başı yine özenli, şık;
pahalı olduğu belli kıyafetler içinde her şeye rağmen hâlâ hoş, yakışıklı. Bu
yaşında görenlerin bile, neyini sevdin bu adamın, diye sormayı akıllarına
getirmeyecekleri kadar çekici.
Sahi, nesini sevdim ben bu adamın? O gencecik yaşımda nasıl
peşine takıldım? Ailemi, evimi bıraktım da onun hayalleri uğruna dünyanın bir
ucunda niye yıllarımı geçirdim? Onun hayatını kendiminkinden daha çok
önemsedim? O zaman ben de mutluyum sanıyordum. Onunla olmak bana yetiyordu. Heyecanım,
cesaretim, aşkım vardı. Hayallerim olmasa da olurdu. Dünya yıkılsa, sadece o ve
ben kalsak, bana yeterdi. Öyle olmadığını, bir insanın başka bir insanın her
şeyi olamadığını, olmaması gerektiğini sonradan öğrendim. Tek kişinin hayatını
iki kişi yaşadığımızı, o hayatı iki kişilik yapamayacağımı anladım. Hem geç
oldu hem de güç ama onu bıraktım ve döndüm. Kendi yolumu kendim çizdim, bana
ait yeni bir hayat kurdum. Yeni ve yalnız bir hayat mutlu bir hayat mı demek? Ona
da cevabım hayır. Bilmiyorum. Kafamda her şey allak bullak, doğrular,
yanlışlar birbirine karıştı.
Şimdi arkasına dönse, beni görse, göz göze gelsek, beni
tanısa, yanıma gelse, hiçbir şey olmamış, onca sene geçmemiş gibi, kaldığımız
yerden, hayır, kaldığımız yerden değil, ta en başından, en güzel günlerimizden
başlasak, hatta yeniden tanışsak, konuşsak, gülsek, özlesek, sevsek... Mümkün
olur mu? Olursa eğer, ister miyim?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)