29 Haziran, 2019

Mavi Kuş

İstanbul’da sıcak, yapış yapış bir yaz gününde yine yollardayım. İş görüşmesi için karşıya geçmem gerekiyor. Her seferinde neden biz müşterinin ayağına gidiyoruz, hiç anlamıyorum. Tamam, velinimetimiz olabilirler ama köleleri de değiliz ya! Bir kere de onlar gelse bir zahmet. Okullar tatil olmasına rağmen yollar yine tıklım tıklım, caddeler araba dolu. Kendi arabamla karşıya geçmeyi çoktan bıraktım. En iyisi toplu taşıt kullanmak. Fakat bu sıcakta o da çekilmez oluyor. Duş almasını bilmeyen bir toplulukla, balık istifi araçlarda buram buram ter kokusu çekerek gidemem. Daha ineceğim durağa gelmeden kendimi otobüsten dışarıya atıyorum. Topuklu ayakkabılarla zor olsa da caddede yürümek iyi geliyor. Hem temiz hava alıyorum hem de vitrinlere bakıyorum. Kalitesiz olduğu her halinden belli kıyafetlere göz ucuyla bakıp geçiyorum. Aslında ilgimi çeken fazla bir şey yok bu caddede. Bir müddet boş gözlerle etrafa bakınıp yürüyorum. Şansıma yolun üstünde şeker satan bir dükkana rastlıyorum. Bu yaşımda bile en sevdiklerim şeker dükkanları. Buram buram portakal kokusuyla beni kendine çeken dükkana giriveriyorum hiç düşünmeden. Sağlıklı beslenme, temiz gıda, kalori hesapları umurumda değil. Sıcağa, huysuz müşteriye, sıkıcı geçeceği garantili toplantıya katlanmama yardımcı olacak tek şey kavanozların içindeki renk renk şekerler şu anda. Küçüklüğümden beri bu böyle. Altı yaşındayken annemin beni okuldan almayı unuttuğu o akşam gıkım çıkmadan sakin ve uslu beklediysem, benim yüzümden okulu kapatıp çıkamayan temizlik görevlisi Ramazan amcanın ağlamayayım diye avuçla verdiği sütlü bon bon şekerleri sayesindedir. Hâlâ da canım sıkkın, moralim bozuk, kalbim kırık olduğunda teselliyi şekerde, çikolatada ararım.

Girdiğim dükkan küçük fakat yanda perdeyle ayrılmış iki masalık bir kafe de var. Oturacak vaktim olmadığından tezgahtaki kese kağıtlarından birinin içine minik kürekle çeşit çeşit şeker dolduruyorum. Hangisinden alacağımı şaşırmış halde bir o kavanoza daldırıyorum küreği bir bu kavanoza. Çoğunun tadını biliyorum. Fakat bilmediğim, gözüme değişik gelenler de var. En baştaki kavanozda duran mavi kuş şeklindeki şekerleme dikkatimi çekiyor. Ondan daha önce yemedim. Elindeki cep telefonuna benden daha çok ilgi gösteren yirmili yaşlarının başındaki tezgahtar kız görmeden bir tanesini ağzıma atıyorum. Fakat o da ne?! Bunun tadı acı, adeta zehir! Gözlerimden yaşlar geliyor, boğazım tırmalanıyor, nefes alamıyorum. Yutsam bir türlü tükürsem başka türlü. Ağzımı açabilsem bağıracağım. Keşke yanımda su şişem olsaydı. Şirkette bırakacak günü buldum! Şimdi kızdan da isteyemem. Kabahatim belli olmasın diye arkamı dönüp paketinden aceleyle çektiğim kağıt mendile ağzımda kalanları çıkartıyorum. İçimde suçluluk duygusu, ağzımda tuhaf, acı bir tat, gözlerimde yaşlar, kese kağıdına doldurduklarımı da almadan aceleyle çıkıyorum. Kız, hâlâ elindeki telefondan başını kaldırmıyor.

15 Haziran, 2019

Lobi

Yıllar sonra bir otel lobisinde gördüm onu. Odamın anahtarını almış, yukarıya çıkmadan önce gelen geçene bakıp oyalanayım diye koltuklara yönelmişken yan yana geldik bir an. Beni tanımadı. Sesini duymasaydım ben de tanıyamazdım. Çok değişmiş. Sadece aldığı kilolar, dökülen saçlar, içe dönen, çökmüş omuzlar değil; bakışı, duruşu, her şeyi değişmiş. Yüzü solmuş, çizgilerle dolmuş. Bambaşka biri olmuş. Gencecik bir lise öğrencisiyken sevdiğim, yıllarımı peşinde geçirdiğim adam gitmiş, yerine hiç bilmediğim, sesi de olmasa tanıyamayacağım biri gelmiş.

Onun o olduğunu anladığımda kalbim ağzıma geldi. Sonra üzüldüm. Çok üzüldüm. Üzüntüm ona mıydı, şimdi çok geçmişte kalan güzel günlere miydi, bilmiyorum. Tam otuz iki senedir onu görmediğimi hesapladığımda kendime de üzüldüm. Geçen onca seneye. O hayatımdayken çok mu mutluydum, her şey çok mu iyiydi? Hayır, değildi. Ama işte bunca zaman sonra, hele onu böyle yaşlanmış, durulmuş, değişmiş görünce, o geçmiş günler kıymetli oluyor, hafızada güzelmiş gibi canlanıyor.

Yalnızdı. Elindeki büyükçe bavulu bir kenara bırakıp resepsiyonda işlemlerini yaptırırken kimse yoktu yanında. Halbuki evlendiğini biliyordum. Acaba ayrılmış mıydı, eşi ölmüş müydü? Ya çocukları? Hareketleri konuşması gibi yavaş ve temkinliydi. Bu halleri bile değişmişti. Nerede o civa gibi atılgan, yerinde duramayan, konuşurken hızından kelimeleri yutan adam? Hasta mı acaba, diye düşündüm ama görünürde iyiydi, bir şeyi yoktu. Onu içten kemiren bir hastalığı yoktuysa oldukça sağlıklı görünüyordu. Üstü başı yine özenli, şık; pahalı olduğu belli kıyafetler içinde her şeye rağmen hâlâ hoş, yakışıklı. Bu yaşında görenlerin bile, neyini sevdin bu adamın, diye sormayı akıllarına getirmeyecekleri kadar çekici.

Sahi, nesini sevdim ben bu adamın? O gencecik yaşımda nasıl peşine takıldım? Ailemi, evimi bıraktım da onun hayalleri uğruna dünyanın bir ucunda niye yıllarımı geçirdim? Onun hayatını kendiminkinden daha çok önemsedim? O zaman ben de mutluyum sanıyordum. Onunla olmak bana yetiyordu. Heyecanım, cesaretim, aşkım vardı. Hayallerim olmasa da olurdu. Dünya yıkılsa, sadece o ve ben kalsak, bana yeterdi. Öyle olmadığını, bir insanın başka bir insanın her şeyi olamadığını, olmaması gerektiğini sonradan öğrendim. Tek kişinin hayatını iki kişi yaşadığımızı, o hayatı iki kişilik yapamayacağımı anladım. Hem geç oldu hem de güç ama onu bıraktım ve döndüm. Kendi yolumu kendim çizdim, bana ait yeni bir hayat kurdum. Yeni ve yalnız bir hayat mutlu bir hayat mı demek? Ona da cevabım hayır. Bilmiyorum. Kafamda her şey allak bullak, doğrular, yanlışlar birbirine karıştı.

Şimdi arkasına dönse, beni görse, göz göze gelsek, beni tanısa, yanıma gelse, hiçbir şey olmamış, onca sene geçmemiş gibi, kaldığımız yerden, hayır, kaldığımız yerden değil, ta en başından, en güzel günlerimizden başlasak, hatta yeniden tanışsak, konuşsak, gülsek, özlesek, sevsek... Mümkün olur mu? Olursa eğer, ister miyim?