31 Mayıs, 2019

Hafif



“Taşınıyor muyuz Sibel, söylesene Allah aşkına? Nedir bu kadar eşya?”
“Vallaha az aldım bu sefer.”
“Kaç defa söyleyeceğim, bu kadar eşyaya gerek yok diye? Tek bavul diyorsun, sıra sıra diziyorsun. Taşırsın kendin. Ben hayatta taşımam.”
“Tamam, ben taşırım. Zaten hep ben taşıyorum. Hadi çıkalım, uzatmayalım. Geç kalıyoruz.”

Çok istiyorum, her seferinde “bu defa kesin”, diyorum, yapamıyorum. Hafif seyahat edemiyorum. Hiç bir yere az eşyayla gidemiyorum. Ya lazım olursa diye, oralarda bulamam diye, şıklıkta yarışayım diye, bavulları dolduruyorum da dolduruyorum. Halbuki lazım olmuyor, çoğu aklıma bile gelmiyor, herkes hep aynı kıyafetle geziyor, ben boşuna yükleniyorum. Otuz üç parçayla bir sezon geçirebilenlere, basit bir kaç kıyafetle yetinebilenlere, ihtiyaç duyduklarını her yerde kolaylıkla temin edebilenlere, olmasa da olur deyip idare edenlere çok imreniyorum. Ama ben öyle olamıyorum.

Kısa kollu tişörtler, uzun kollu penyeler, gömlekler, aman üşümeyim hırkalar, pantolonlar, onlara uygun ayakkabı ve çantalar, çoraplar, tabii ki çamaşırlar, olmazsa olmazım fularlar, aksesuarlar, ilaçlar, mutlaka kitaplar, aklıma fikir gelirse defterler, losyonlar, biraz da bakımlı olmak lazım makyaj malzemeleri, lens, solüsyon, yedek gözlük, güneş gözlüğü, şemsiye, ya sıkılırsam şişlerim ve yünlerim, yolda acıkırsam atıştırmalıklar, unutursam mahvolurum şarj aleti, fırça, tarak, diş macunu, otelde yoksa saç kurutma makinesi derken bavullar şişiyor, yüküm artıyor. Bazen düşünüyorum, yahu çöle mi gidiyorum, üstelik genelde hepi topu bir hafta on gün; unuttuğumu çok lazımsa çarşıdan alırım, ne gerek var her şeyi taşımaya, diyorum. Yine de son dakikada bir bahane bulup hepsini tıkıyorum.

Aslında benim durumum fena sayılmaz. Yanında yastığını, nevresimini, uyurken ayrı kalamadığı oyuncağını, aile fotoğraflarını, ekmeğini, suyunu götürenler de var, biliyorum. Ben onlardan değilim. İyi ki değilim. Öyle olsaydım şimdiye kadar kırk kere boşanırdım. Çünkü bizimkinin bavula alerjisi var. Her seyahat öncesi bavul yüzünden mutlaka kavga ediyoruz. Yola çıkacağımızın gecesi o yattıktan sonra bavullarımı ve sığmayanları tıkıştırdığım el çantamı kapıya koyuyorum. Üstüne bir de çocukların bavulları, onun eşyalarını koyduğu sırt çantası derken, neredeyse bir kamyon eşya kapıya yığılıyor. Sabah uyanıp da eşyaları görünce deliriyor tabii. Zor ikna ediyorum, bu son diyorum, ama yapamıyorum. Azla seyahat edemiyorum. Sonra kavga kıyamet.


13 Mayıs, 2019

Moda

Moda’da yürüyorum. Barış Manço’nun semti. İlk ondan duymuştum adını. Daha çocuktum. Bu şehirde yaşamıyordum. Ne güzel şarkıları vardı. Her şarkının da bir hikayesi, kıssadan hissesi. Şimdiki şarkılarda anlam bile yok. Peş peşe sıralıyorlar kelimeleri sanki. Arada birkaçında ses uyumu da oldu mu tamam. Al sana Türkçe pop. Her şey bozuldu sanki. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Özensizlik, baştan savmacılık almış başını gidiyor. Düşünmemeye çalışıyorum. Sabahın bu saatinde sinirlenmeye gerek yok. Ayaklarım beni Moda Teras’a götürüyor. Çok severim burayı. Eskiden ne kadar sık gelirdik. O zamanlar sigara içiyordum. Dışarıda, açık havada oturup denize karşı sigaramı tüttürmek en büyük keyfimdi. Gençlik işte. Küçük şeylerden mutlu olabildiğim zamanlar.


Bugün hava serin. Güneş arada sırada yüzünü gösterse de ısıtmıyor. İçeride oturuyorum. Tenha. Daha erken tabii. Garsonlar yeni olmalı. Hiçbirini tanımıyorum. Tanısam ne olacak ki? Alt tarafı bir kahve içip kalkacağım. Fazla zamanım yok. Siparişimi verip çantamdan kitabımı çıkartıyorum. Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar romanını kim bilir kaçıncı kez okuyorum. Ne kadar zor ama bir o kadar da güzel bir roman. Çok araştırmış yazmadan önce, belli. Pehlivan karakterini yazmak için güreşle ilgili tüm teknikleri öğrenmiş mesela. Benim ailemde de pehlivanlar var. Bu ortaklık daha önce dikkatimi çekmemişti. Şaşırıyorum, hoşuma gidiyor. Baş kahramanla pehlivanın ilişkisine tekrar bakmalıyım.

Garson kahvemi getiriyor. Yanında ufak bir lokum var. Önce onu atıyorum ağzıma. Dişlerime yapışıyor. Bayat herhalde. Bir hayal kırıklığı geçiyor içimden. Burası da mı bozuldu? Çantamdan aynayı çıkartıp dişlerimi kontrol ediyorum. Araya bir şeyler girdiyse mahcup olmak istemem. Kiminle ne zaman karşılaşacağım belli olmaz. Funda’nın dişinde maydanozla tüm gün gezdiğinin hikayesi hâlâ aklımda. Üstelik de doğum gününde. Ama kimse de söylememiş yani, aşk olsun! Bunları aklımdan geçirirken salonda çalan müzik dikkatimi çekiyor. Sabahın bu saatinde kanı kaynatacak bir ritm yükseliyor hoparlörden. Avazı çıktığı kadar bağırıyor kadın şarkıcı. İspanyolca. Gelenleri uyandırmak için mi yoksa farkında bile olmadıklarından mı? Bence ikincisi. Özensizlik, dikkatsizlik yine kendini gösteriyor. Bu mekanda bu saatte çalınacak müzik mi bu şimdi? Yok, burası gerçekten çok değişmiş ben gelmeyeli. Daha fazla kalmanın gereği yok, başka yer bulmalıyım gidecek. Kahvemi hızla içip parasını masaya bırakıyorum. Ayağa kalktığımda onunla göz göze geliyoruz. Orada, kapının ağzında dimdik duruyor. Karşılaştık işte. Yıllar sonra yine burada. Bana doğru yürüyor. Oturuyorum.