12 Ocak, 2023

O Zaman Dans


Ne zamandır dans etmiyorum, diye geçirdi içinden Ceren. Kulaklığını takıp en hareketli şarkıların olduğu listeyi seçti telefonda. Eskiden, yani hâlâ öğrenciyken ve üstelik kendi paramı bile kazanmıyorken hafta sonlarında barlara gider sabaha kadar dans ederdik, ne kadar çok geçti üzerinden, o güzel günlerden, diye düşündü. 

Yine karanlık bir sabah, servisin gelmesini bekliyordu. Hava mevsim normallerinin üzerinde seyretse de soğuktu. Kabanının kapüşonunu başına geçirdi, boynunu omuzlarının arasına kıstırıp yola baktı. Gelen arabaların beklediği servis olmadığını anlayınca önüne dönüp tekrar düşüncelere daldı. Ofise gidince Seval’i arayayım, iş çıkışı Trompet’e gidip bir şeyler içeriz, konuşuruz; arayı çok açtık, diye düşündü. 

Öğrenciyken giderlerdi Trompet’e, ucuz bira içip müzik dinler, dans ederlerdi. İstanbul’un değişmeyen birkaç mekânından biriydi, iş yerine de yakındı. Tam bunları düşünürken o hafta yapacakları sunum için akşam işte kalması gerektiğini hatırladı, canı sıkıldı. Bir aydır bu toplantı için hazırlanıyorlardı ve sürekli yeni başlıklar ekliyordu müdürü. Memnun etmek zordu Mert Bey’i. Zaten sevimsizin teki, yüzü hiç gülmez, bir kere de olmuş de, tamam de be adam, diye isyan etti içinden. Mert Bey’in yüzü gözünün önüne gelince vücudu ürperdi, sırtı diken diken oldu. Şirkete geldiğinden beri yıldızları bir türlü barışmamıştı. Ceren başarılı ve ondan eski olduğundan -henüz- dokunamıyordu Mert Bey ama fırsatını bulsa şirketten göndereceğinden emindi. 

Kabanının altından kazağını sıyırıp saatine baktı. Nerede kaldı bu Orhan Bey, tam da gecikecek günü buldu, diye söylendi. Hava hem soğuk hem karanlıkken beklemek canını sıkıyordu. Biraz ısınmak için sokağın başına kadar yürümeye karar verdi. Sokak kalabalıktı; okula gidenler, durakta otobüs bekleyenler, köpek gezdirenler karanlığa rağmen dışarıdaydı. Herkesin işi gücü var tabii, hava aydınlanmasa da çıkacak mecburen, diye düşündü. Daha fazla bu konulara dalıp sinirini bozmamak için güzel şeyler geçirmeye çalıştı aklından. Bulamadı. 

Sonra Emre geldi aklına. Pazar sabahı sahilde koşarken fark etmeyip üzerine bastığı köpek pisliğini ayakkabısından temizlemeye çalışırken rastladığı, okuldaki en büyük platonik aşkı Emre. Aradan onca yıl geçtikten sonra karşılaştıkları gün kaderin bir cilvesi olmalıydı. Saçı başı dağınık, terli ve parmaklarına bok kokusu sinmiş bir haldeydi onu gördüğünde. Şaşkın ve heyecanlı, ne diyeceğini ne konuşacağını bilememişti. Emre hâlâ ve hep yakışıklıydı. Londra’ya yerleşmiş, bir bankada çalışıyormuş, yılbaşı için gelmiş. Hiçbir şey tesadüf değil, karşılaşmamızın mutlaka bir anlamı vardır, diye düşünmüştü onunla konuşurken. Mert Bey’den, aydınlanmayan sabahlardan, birbirinin aynı renksiz günlerden kurtulmak için istifa edip herkes gibi yurtdışına gitmeyi, şansını oralarda denemeyi ne zamandır aklından geçiriyordu. Bu rastlantı yukarılardan gelen bir işaret olabilir miydi? Emre’yle burada kuramadığı ilişkiyi orada kurmak mümkün olur muydu? Bambaşka bir yerde, farklı bir dilin konuşulduğu ülkede? 

Bu ihtimali düşünmek bile kalbini hızlandırdı, yanaklarına ateş bastı. Hafta sonu bu işe hemen el atmalı, imkânları araştırmalıyım diye karar verdi, kendinden emin. Adımlarını sıklaştırıp durağa gitti. Uzaktan itfaiye sesi geliyordu. Servis hâlâ görünürlerde yoktu.


11 Ağustos, 2020

Dünya Hali

 

O da bir zamanlar erken kalkardı*. Şimdi uyanamıyor, uyansa da kendini bir türlü yataktan kaldıramıyor. Hasta değil. Canı istemiyor herhalde. Günü başlatmak hiç içinden gelmiyor. Hem, gün başlasa ne olacak? Her şey o kadar berbat ki. Yaşadığımız dünyadan bahsediyorum. Her ne kadar olan bitenle ilgilenmemeye çalışsa da bir sürü şeyden haberi oluyor elbette. Devekuşu gibi kafasını kuma gömenlerden o. Benim gibi. Hiçbir şeyi duymak, görmek, bilmek istemiyor. Dünya o kadar kötü ki. Hayatla başa çıkamadığını bildiğinden kalkmıyor bence. Kalksın da ne yapsın? O böyle demiyor tabii. Benim tahminim. Rengi de soldu. Az konuşuyor. Gözleri uzaklarda, dalıp dalıp gidiyor. Yemeyi de kesti. Önüne koyduklarım aynen geri gidiyor mutfağa. İştahım yok diyor, üsteleyemiyorum. İyice kurudu. Kuvvetli bir rüzgarda savrulup gider, o derece zayıf. Kendine dikkat et diyorum. Laf arasında tabii. Öğüt verilmesinden hiç hoşlanmaz. Dinlemez de beni, hatta inadına yapar ama işte öyle kendimi tatmin ediyorum diyelim. Onu seviyorum. Gözümün önünde böyle eriyip gitmesine dayanamıyorum. Dünya hali hepimize. Hepimiz moralsiz, mutsuzuz. Neye üzüleceğimizi şaşırdık. Her gün yeni bir olay, her an yeni bir haber. Durmuyor, susmuyor. Duymadığımız gözümüzün önüne düşüyor, görmediğimizin sesi geliyor kulağımıza, dinlemesek de. Böyle bir hayata düştük hepimiz. Çıkamıyor, kendimizi kurtaramıyoruz. Her geçen gün daha da batıyoruz derine. Sonumuzu nasıl getireceğiz belli değil. Kendi seçimiyle gidenlerin sayısı çoğaldı, fark ettin mi? Ben çok duyuyorum bugünlerde. Yöntemler farklı, sonuçlar aynı. Birer birer gidiyorlar. O da bu yola girecek diye ödüm kopuyor. Onu neşelendirmeye, dikkatini seveceği şeylere çekmeye çalışıyorum. Çok çabalıyorum, bilemezsin. Ben de yorgunum aslında. Çok yıprandım, bakma. Belli etmek istemiyorum. Bir de bana üzülmesin. 

* Dünya Ağrısı, Ayfer Tunç

Yazarken dinledim: https://www.youtube.com/watch?v=53iLc9NRtYs

https://open.spotify.com/track/22moT6T8yDX2GVT7iOScH8?si=xSUxHjMyTBiUo22P4kDQ6A

19 Mart, 2020

Niyet



Acayip bir zamanın içinden geçiyoruz. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, deriz ya bazen. İşte o derece akla gelmeyecek bir “şey” oldu ve şu anda bütün dünya onunla mücadele ediyor. Bir virüs geldi, çarptı gezegenimize. Bir şehre, ülkeye, bölgeye değil, bütün dünyaya musallat oldu; insanları alt ediyor, hayatlarını alıyor, evlere kapatıyor. Bir haftadır biz de kapandık. Yalan yok! Elimi yıkarsam, toplu taşıtta ağzımı kaparsam bana bir şey olmaz diye düşündüm bir süre. Zaten ülkemizde vaka görülmemişti henüz, belki buraya hiç uğramayacaktı. Ama işte beklenen oldu ve geçen perşembe akşamı okulların tatil edileceği haberiyle işin buraya da sıçradığı ve ciddi olduğu anlaşıldı. O günden itibaren ben de değiştim. Cuma sabahı yazmak için kızlarla buluştuk. Öpüşmedik, sarılmadık. Bana kalsa el de sıkmayacaktım da o kadarını yapamadım. Sonraki günler kimseyi görmedim. Salı günü Gül geldi, evi sildi temizledi, yemeklerimi pişirdi, turşularımı kurdu gitti. Çalışmasa karnı doymaz. O yüzden gelme diyemedim bu hafta ama haftaya herhalde diyeceğim. Gelmesin. İş ciddi. Herkese değecek bu virüs deniyor. Değip gidecek veya yatıracak ya da öldürecek. Seçeneklerden beğen. Yaşlılar en riskli grup. Annemlerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamak, morallerini yükseltmek ve evden çıkmamaları, birileriyle irtibatta bulunmamaları için çaba gösteriyorum. Ben iyiyim çok şükür. Evde olmayı hep sevdim. Dışarıda kalabalıklara karışmayı, etkinliklere katılmayı seviyordum da hep bir tarafım evde otursam, hiçbir mecburiyetim olmadan kalsam, istediklerimi yapsam diyordu. Evren beni duydu mu ne? İşte tam da öyle zamanların içindeyiz. Evde kalmaktan başka seçeneğim yok önümde. Ve günlerim o kadar dolu ki, çok şükür! Öyle boş boş duvara bakıp sıkılacak bir ânım olmadı şimdiye kadar. Üstelik sabahın köründe kalkıyorum.

Bu günler elbette bitecek. Kökü kazınmasa da bu virüsle yaşamayı öğreneceğiz. Bir çaresi bulunacak. Bildiğimiz bilmediğimiz o kadar virüs varken ve yaşayabiliyorken bunu da becereceğiz. İçimde ümit var. Garip bir serinkanlılık, sakinlik var. Teslimiyet içindeyim. Bir sebebi olduğuna inanıyorum bütün bunların. İnsanlık için çok önemli zamanları yaşıyoruz. Bize denk geldi. İçinden geçtiğimiz bu sürede pek çok şey değişecek. Neyin değişeceğini kestiremiyorum. İnsanlar hâlâ birbirini yiyor bir paket tuvalet kağıdını alabilmek, diğerine kaptırmamak için. Kasada avuçla gofret alıyorlar, olası sokağa çıkma yasaklarına karşı. Gözü doymuyor, paylaşmayı bir türlü öğrenmiyor insanoğlu. Hâlâ ve bütün bu yaşadıklarımıza rağmen. Ne değişecek, işte bu yüzden çok merak ediyorum. Görmek nasip olur mu, ömrüm yeter mi, bilmiyorum. İnşallah görürüm. Yaşamak için değil mi hep dualarımız? Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyorlar. Sistemler değişecekmiş. Bu yaşadıklarımızdan kıymet bilmeyi de öğrenebilecek miyiz? İçtiğimiz temiz suya, ciğerimize çektiğimiz temiz havaya, her şeye rağmen inadına açan çiçeklere, yeşeren yapraklara, kendini yavaş yavaş göstermeye başlayan bahara şükretmeyi bilecek miyiz? Yarım ağız mı kalacak şükürlerimiz yoksa kalpten mi gelecek, bugünü yaşadıktan sonra? Konsere gitmenin, basit bir restoranda yemek yemenin, market alışverişini istediğimiz anda ve istediğimiz sürede yapabilmenin bir şükür sebebi olduğunun farkına varabilecek miyiz? Hayatın gerçekten küçük mutluluklarla örüldüğünü ve o mutlulukların asla parayla, şöhretle ve hatta başarıyla ölçülemeyeceğini bilecek miyiz?

Bir döngüyü birlikte kapatalım demiş Neslihan blogunda. Astrolojide yeni bir başlangıca denk geliyormuş yarın sabah. Yeni astroloji dönemi başlayacakmış. Onlardan pek anlamıyorum. Ama madem niyet koymaya ve bunu birlikte yapmaya davet etmiş, icabet etmek lazım. Ben de niyetimi koyuyorum buraya, hepimiz için, bütün canlılar için. Birbirimizi incitmeden sevebilelim yeni dönemde. Sağlıkla, güçlü kuvvetli yaşamak, temiz havayı içimize doldurmak, temiz kaynaklardan kana kana su içmek, ayağımızı toprağa basmak nasip olsun. Gözümüz görsün, kulağımız işitsin, ellerimizle dokunalım, ağzımızın tadı olsun, mis kokular gelsin burnumuza hep çiçeklerden. El ele tutalım, birlik olalım ki dirliğimiz olsun. Yardım eden el olabilmek kadar alan el olmayı da kalbimiz kabul etsin. Dilimizden güzel sözler, şarkılar dökülsün hep. İyi olalım. İnsan olalım. İçimizi ferah gönlümüzü hoş tutalım. Sadece kendimiz için değil yanımızdaki, arkamızdaki için de faydalı olalım. Dualarımız kabul olsun, açılan ellerimiz karşılığını bulsun. Çocuklar gülsün, mutlu olsun, neşe olsun hepimize. Karanlıklar, kötülükler, kötüler arkamızda kalsın. İyilik, merhamet, şefkat, sevgi, adalet daim olsun. Eski dönem kapansın, yeni dönem başlasın. Aydınlık olsun günlerimiz; güneş doğsun üzerimize, tabiat dengesinde ve düzeninde devam etsin, etsin ki biz de dengemizde olalım. Gönlümüzden geçenler hayrımıza olsun, hayrımıza olanlar içimize sinsin. Amin.

14 Mart, 2020

Vefa


Ondan ayrılalı bir gün geçmedi, daha şimdiden özledim. Haftalardır hazırlanıyordu bu gidişe. Odasını, bütün eşyalarını topladı, iki bavula sığdırdı hepsini; kıyafetlerini, kitaplarını, fotoğraflarını. Geride hiçbir şeyi bırakmadı. Üç ay sonra beni görmeye gelecekmiş, öyle diyor. Ama ben biliyorum gelmeyeceğini, hiç dönmeyeceğini. Aklım sizde kalıyor, demesine inanmıyorum; çocuk muyum, kanayım bu sözlere? Biraz hüzün vardır içinde, o da alışmıştır; burada büyüdü sayılır, özleyecektir beni elbette. Ama benim onu özleyeceğim kadar değil. Gitmesini ben istedim, o da hiç itiraz etmedi, hemen kabul etti. Uzun zamandır bunu bekliyor gibiydi. Gözleri de parladı mı ne, git artık, dediğimde?

Onsuz nasıl yaşayacağımı bilmiyorum. Eve tıkılıp kaldığımdan beri kaç kişi gelip duramadan gitti de bir o bırakmadı beni. Elim, kolum, aklım, her şeyim oldu yıllar içinde. Bir Allah’ın kulunun yanıma uğramadığı günlerde hep yanımdaydı. Çocuklar da güvendi tabii, nasıl olsa o vardı. Her biri diğerine eş günlerim o geldikten sonra anlam buldu. Neşe getirdi varlığıyla. Tabii bütün bu düşündüklerimden haberi yok. Ona söylemedim, tek kelime çıkmadı ağzımdan. Heyecanını kaybetmesin diye üzüntümü belli etmedim. Sözümden geri döndüğümü düşünmesini istemedim. Gurur yapardı, vazgeçerdi gitmekten. O, içi kıpır kıpır, kelebekler gibi evin odaları arasında uçuşur toplanırken ben günlerce yataktan çıkmadım. Biraz yorgunum, dedim, bir şeyim yok, dinlenirsem geçer. İnanmadı tabii. Beni en iyi o tanır; gözümden, bir sözümden anlar halimi. Fakat inanmış gibi yaptı. Sorarsa, kal, dememden korktu galiba.

Bu sabah çok erken, o daha gitmeden, camın önündeki koltuğa oturdum, ellerim titreyerek bir veda mektubu yazdım.

Güzel kızım,
Uzun yıllardır beraberiz, benim için çok fedakarlık yaptın, her halimde yanımdaydın. Hayatım kolay değil, bu zorluğa seni de ortak ettim. Sana ihtiyacım vardı ve sen beni hiç geri çevirmedin, güçlüklere dayandın. Artık kendi kanatlarınla uçma, yola çıkma vakti geldi. Elbette benim için çok zor senden ayrılmak, bu hayatı sensiz yaşamak. Ama sana gitme demeyeceğim. Git. Hâlâ gençken ve kendine bir hayat kurabilecekken istediğin gibi ve dolu dolu yaşa. Değişik yerler keşfet, yeni insanlar tanı, aşık ol. Her ânının tadını çıkart ve gidişinden bir gün bile pişman olma. Beni sakın düşünme. Şimdiye kadar verdiğin emek ve gösterdiğin vefa için müteşekkirim. Bugüne kadar yaşadıysam, sayendedir. Yolun açık olsun.

Yazdıklarımı birkaç kez okudum. Gözyaşlarım akarken, mektubu özenle katladım, odasında görüp bir gün lazım olur diye aldığım mor zarfa koydum, bavuluna sakladım. Bulduğunda arar.

15 Şubat, 2020

Döngü


Bir hikaye yazdım ben. Kolay olmadı. Uzun, çok uzun bir zamanda, bir sürü ben’in içinden geçerek yazdım bu hikayeyi. Adım adım izledim kendimi; duygularımı, bedenimi. Ne hissediyorum şu anda, ne söylüyor bedenim, ne oluyor bana diye düşüne, izleye, not ede ede yazdım.

Önce Su oldum. Doğmaya, doğurmaya niyet edip hazırlığa başladım. İsteklerim vardı; inandıklarım, yapacaklarım, planladıklarım. Sakladıklarımı, adanmışlıklarımı ortaya çıkarmalıydım. Bunlar için hazırlık yapmak gerekliydi ve aslında bu en önemli evreydi. Kendime alan açıp, içime dönüp, gücümü toplamalıydım. Öyle de yaptım. Aklımdakilerin yeni fikirlere dönüşmesi için derinleştim, içimdekilerin ruhuma, bedenime inmesine izin verdim. Bekledim. Kapandım. Uyudum. Kış oldum.
 
Sonra bahar geldi bana; fikirlerim minik birer fidan oldu, yeşile döndü. Ağaç oldum o zaman ben. Kök salmak için hayata, göze aldım büyümeyi. Çok istedim nihayet içimdeki özlemi dindirmeyi. Yazıyaydı özlemim, ben bu yola girmiştim. Yenilenmeye, harekete geçmeye, büyük resmi görmeye adım atacaktım.

Cesaretim vardı, hazırdım çok çalışmaya, çabalamaya. Devam etmek için tek ihtiyacım canlanmaktı. Kendimi açmalı, çırılçıplak soyunmaya razı olmalıydım. Yazmak en çok bunlar demekti. Ama en çok da burada zorlandım. İsteğimi kaybetmeden, niyetime ihanet etmeden enerjimi yükseltmeyi öğrenmeliydim. Oyuna durmalı, harlanıp parlayıp yazıyla akmalıydım. O zaman Ateş oldum, yaz oldum; zirvenin sıcağında yazdım, yazdım.

Sonra hasat zamanı geldi. Ektiklerimi biçmek, mahsullerimi toplamak, depolamak zamanı. Hikayelerim şekillenip netleşirken kendimi de bildim, besledim, destekledim. Toprak oldum işte ben. Dönüştürdüm içimdekini, olgunlaşan tohumlarımı kendime geri verdim. Harlanmış ateşimi gizleyip, sadece sezgilerimi izledim. Yazımdan çıkanları okudum, sevdiklerimi sakladım. Şimdi son yazdım; sarıya çaldım.

Heyecanımın düşmesiyle ben, her şeyin geçici olduğunu da anladım. O zaman sonbahar geldi bana; kederlendim ama vazgeçmedim. Her şey çürümeye yüz tutmuşken eşelendim, ayırdım, ayıkladım ve arındım. Öze dönüştüren Metal olup sadeleştim, hikayelerimi basitleştirdim. İlhama giden bu belirsiz ve kopuk yolda kusurlarımı, beklentilerimi, eskilerimi atıp, yeniye hazırlık için bir kez daha bekledim.

Sonra bir baktım ki başa gelmişim. Doğanın ahengine ayak uydurup bir döngünün içine girmişim. Bu döngünün içinde düşüncelerim, sözlerim kalemden kağıda dökülmüş; akmış, taşmış, yazıya dönüşmüş. Hayatın kendisi olmuş.

18 Ekim, 2019

Komşu

Yine başladı sesler. Bağrışmalar. Üst kattan geliyor. Hep bu saatlerde. Akşam yemeğinden sonra. Hiç aksamadan. Yaz başından beri böyle. Daha önce hiç sesleri çıkmazdı. Şimdi ne oldu, neyi halledemiyorlar bilmiyorum. Birbirleriyle alıp veremedikleri, paylaşamadıkları nedir? Sonu gelmeyen? Her akşam konusu açılıp sonra kavgayla sonuçlanan ne? Aralarında çözemedikleri ne var ki her seferinde böyle avaz avaz tartışıyorlar?

İki kişiler. Bir kadın bir erkek. Yaşları ellinin üstünde. Hatta altmışlarına yakın. Yani bence. Yaş konusunda iyi tahmin yürütemem, ama üniversiteyi bitirmiş oğulları olduğuna göre daha genç olamazlar. Erken yaşta evlendiklerini sanmam. Birlikte büyüyen çiftlerin karşılıklı hoşgörüsü yok aralarında. Bağrışmalarına bakılırsa. Bir de gözlerindeki pırıltı azalmış, yüzlerindeki çizgiler çok derin.

İlk olarak hafiften müzik sesi geliyor. Bir piyanodan veya kemandan çıkan romantik, yumuşak notalar. Her seferinde kanıyorum. Nihayet barış ilan edildi diyorum. Onlar için seviniyorum. Ama sonra yanıldığımı anlıyorum. Fazla sürmüyor müziğin sesi. Susuyor. Ardından telaşlı adımların, topuklu terliklerin tıkırtısı, hışımla çekilen sandalyelerin gıcırtısı... Ve başlıyor konuşmalar. Önce mırıltılar halinde. Teker teker. Sonra yüksek perdeden ve çoğu zaman aynı anda.

Sesler yüksek de olsa boğuk geliyor. Kelimeler seçilmiyor. Ne konuştuklarını anlamıyorum. Aralarındaki meselelerin birer birer üzerinden geçiyorlarmış gibi geliyor bana. Sanki her akşam yeni bir konu gündeme alınıyor, her iki taraf fikrini söylüyor ve her seferinde farklı görüşler öne sürüldüğü için tartışma başlıyor. Ya da belki hep aynı konu üzerinde dönüp dolaşıyorlar. O bir tek konuyu temcit pilavı gibi ortaya getiriyorlar. Olmayacak olanı oldurmaya, inatla birbirlerine kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bir ümitle, belki bu akşam benim sözüme gelir, bu sefer düşüncelerimi kabul eder, diyorlar. Bilmiyorum. Anlayamıyorum.

Bu sabah asansörde karşılaştık. Kibarca birbirimizi selamladık. Havadan, yağmurdan, bu sene kışın erken gelmesinden söz ettik. Kapıcının tembelliğinden, bahçedeki kedinin –yine- doğurmasından şikayet ettik. Benim kata gelince tutamadım kendimi. Akşamları sesimiz çok geliyor mu, deyiverdim. Kusura bakmayın, çocuk işte, tutamıyoruz, dedim. Bir an, kısacık bir an bulutlandı gözleri, durdular. Hiç önemli değil, biz de çocuk büyüttük, dedi kadın, alçak sesle. Adam başını eğdi, sonra yavaşça kadına döndü, zoraki gülümsedi. Tamam, dedim, anladılar ve utandılar. Artık sakinleşirler, bundan sonra tartışmazlar.

Ama olmadı. Oyunum tutmadı. İşte yine başladılar.

29 Eylül, 2019

Fırça


“Fırça kırılmış odanızda. Tuvalet fırçası. Onun parasını da ekliyorum,” dedi resepsiyondaki kadın. Siyah, kalın gözlükleriyle iyice sert duran yüzünü çevirip bakmadı bile bankonun önündeki kadına. İri yapılı, ince dudaklı, kısa saçlıydı. Önüne dizdiği ufak kağıtlarda yazan rakamları kalın ve küt parmaklarıyla sıkıca kavradığı kalemle başka bir kağıda dikkatlice yazıyor, bir yandan da hesap makinesinde topluyordu. Bu ana kadar sessiz ve sabırla sert bakışlı kadının rakamları ince ince yazmasını ve tek tek toplamasını bekleyen ufak tefek sarışın kadın, en şaşkın sesiyle, “tuvalet fırçasının parasını mı alacaksınız benden?” diye sordu. “Evet,” dedi siyah gözlüklü sert bakışlı kadın, “odayı temizlerken kat görevlisi fark edip not etmiş. Kırmışsınız,” dedi. Ufak tefek sarışın kadın, duyduğunu teyit edercesine, “kat görevlisi not etmiş, kırmışız,” dedi. Siyah gözlüklü sert bakışlı kadın, o böyle tekrar edince başını bir an için kaldırdı, sonra rakamları alt alta yazmaya devam etti. “Bir hafta boyunca epey çay, kahve içmişsiniz. Atladığım olmasın diye adisyonları bir kez daha kontrol edeceğim. Başka bir işiniz varsa bu arada onu halledin, ayakta dikilmeyin,” dedi, hiç de alçak olmayan bir tonda. Sarışın ufak tefek kadın ne söyleneni ne tonunu fark etti; kafasında hâlâ biraz önceki cümleler dolaşıyordu. Ama bu plastik bir fırça, kırılabilir, herkesin başına gelir, diye kendi kendine söyleniyordu. Geçen gün de gruplarındaki bir arkadaşlarından, odasında kırılan sehpanın parasını istemişlerdi. Zavallıcık, gece okuduğu kitabı üstüne koymasıyla paldır küldür kırılan sehpa için iki gün açıklama yapmış, dil dökmüştü. Ona yapılan muameleye şaşırıp üzülürken şimdi kendi başlarına gelene inanamıyordu. Hayatımda duymadım böyle bir şey. Müşteriden fırça parası mı istenirmiş? Hem, bilerek kırmadık ya fırçayı. Olacağı varmış bize denk geldi, diye kendine bir kez daha açıkladı durumu. Yardım istercesine kocasına bakındı. Tıknaz, esmer adam yarım saat kadar önce kapıya bavulları çıkarmış, karısının hesabı kapatmasını bekliyordu. Onu çağırsa bile durum değişmeyecek, artık huyunu öğrendikleri bu kadın isteğinden vazgeçmeyecekti. “Ne kadar?” diye titreyen sesle sordu. “Ne, ne kadar?” dedi siyah gözlüklü sert bakışlı kadın. Yine başını kaldırmadı. “Tuvalet fırçası,” dedi ufak tefek sarışın kadın. “Pazarda sordurduk, yetmiş lira dediler. Adisyona da öyle yazdım, fazlası değil,” dedi sert bakışlı kadın. Pazarda bile sordurmuşlar, diye düşündü sarışın, ufak tefek kadın. Tuvalet fırçası yetmiş lira mı olur canım? Elli dese neyse.