Ne zamandır dans etmiyorum, diye geçirdi içinden Ceren. Kulaklığını takıp en hareketli şarkıların olduğu listeyi seçti telefonda. Eskiden, yani hâlâ öğrenciyken ve üstelik kendi paramı bile kazanmıyorken hafta sonlarında barlara gider sabaha kadar dans ederdik, ne kadar çok geçti üzerinden, o güzel günlerden, diye düşündü.
Yine karanlık bir sabah, servisin gelmesini bekliyordu. Hava mevsim normallerinin üzerinde seyretse de soğuktu. Kabanının kapüşonunu başına geçirdi, boynunu omuzlarının arasına kıstırıp yola baktı. Gelen arabaların beklediği servis olmadığını anlayınca önüne dönüp tekrar düşüncelere daldı. Ofise gidince Seval’i arayayım, iş çıkışı Trompet’e gidip bir şeyler içeriz, konuşuruz; arayı çok açtık, diye düşündü.
Öğrenciyken giderlerdi Trompet’e, ucuz bira içip müzik dinler, dans ederlerdi. İstanbul’un değişmeyen birkaç mekânından biriydi, iş yerine de yakındı. Tam bunları düşünürken o hafta yapacakları sunum için akşam işte kalması gerektiğini hatırladı, canı sıkıldı. Bir aydır bu toplantı için hazırlanıyorlardı ve sürekli yeni başlıklar ekliyordu müdürü. Memnun etmek zordu Mert Bey’i. Zaten sevimsizin teki, yüzü hiç gülmez, bir kere de olmuş de, tamam de be adam, diye isyan etti içinden. Mert Bey’in yüzü gözünün önüne gelince vücudu ürperdi, sırtı diken diken oldu. Şirkete geldiğinden beri yıldızları bir türlü barışmamıştı. Ceren başarılı ve ondan eski olduğundan -henüz- dokunamıyordu Mert Bey ama fırsatını bulsa şirketten göndereceğinden emindi.
Kabanının altından kazağını sıyırıp saatine baktı. Nerede kaldı bu Orhan Bey, tam da gecikecek günü buldu, diye söylendi. Hava hem soğuk hem karanlıkken beklemek canını sıkıyordu. Biraz ısınmak için sokağın başına kadar yürümeye karar verdi. Sokak kalabalıktı; okula gidenler, durakta otobüs bekleyenler, köpek gezdirenler karanlığa rağmen dışarıdaydı. Herkesin işi gücü var tabii, hava aydınlanmasa da çıkacak mecburen, diye düşündü. Daha fazla bu konulara dalıp sinirini bozmamak için güzel şeyler geçirmeye çalıştı aklından. Bulamadı.
Sonra Emre geldi aklına. Pazar sabahı sahilde koşarken fark etmeyip üzerine bastığı köpek pisliğini ayakkabısından temizlemeye çalışırken rastladığı, okuldaki en büyük platonik aşkı Emre. Aradan onca yıl geçtikten sonra karşılaştıkları gün kaderin bir cilvesi olmalıydı. Saçı başı dağınık, terli ve parmaklarına bok kokusu sinmiş bir haldeydi onu gördüğünde. Şaşkın ve heyecanlı, ne diyeceğini ne konuşacağını bilememişti. Emre hâlâ ve hep yakışıklıydı. Londra’ya yerleşmiş, bir bankada çalışıyormuş, yılbaşı için gelmiş. Hiçbir şey tesadüf değil, karşılaşmamızın mutlaka bir anlamı vardır, diye düşünmüştü onunla konuşurken. Mert Bey’den, aydınlanmayan sabahlardan, birbirinin aynı renksiz günlerden kurtulmak için istifa edip herkes gibi yurtdışına gitmeyi, şansını oralarda denemeyi ne zamandır aklından geçiriyordu. Bu rastlantı yukarılardan gelen bir işaret olabilir miydi? Emre’yle burada kuramadığı ilişkiyi orada kurmak mümkün olur muydu? Bambaşka bir yerde, farklı bir dilin konuşulduğu ülkede?
Bu ihtimali düşünmek bile kalbini hızlandırdı, yanaklarına ateş bastı. Hafta sonu bu işe hemen el atmalı, imkânları araştırmalıyım diye karar verdi, kendinden emin. Adımlarını sıklaştırıp durağa gitti. Uzaktan itfaiye sesi geliyordu. Servis hâlâ görünürlerde yoktu.